Organizasyon ve Allah

Anasayfa Din MAFYALARI Kronoloji Sitemap

ANASAYFA

Din MAFYALARI (Kitap)

ÖNSÖZ

KRONOLOJİ

  BÜTÜN   DÜNYADAKİ KAVMLARA

İkinci Bir İspat

ORGANİZASYON ve  ALLAH

Belki Dinlerler

MAHKEME TUTANAKLARI

Organizasyona bir Mektup

AH ŞU ONLAR     YOKMU!

ALLAH BİZİ Mİ KULLANIYOR?

MUSEVİ    HIRISTİYAN MÜSLÜMAN

İnanan ve İnanmayanlarla Sohbet

NEDEN İKİYÜZLÜLÜK !

BİZ NEREYE GİDELİM?

Çok Önemli Bir Gün

 Sadakat

Suçunu İtiraf Edecek!

Gerçeklerden nefret ediyoruz

SİTEMAP

Organizasyon ve  Allah

Organizasyon:1)Hazırlık, tertip, düzen. 2) Kuruluş, Örgüt

Organize: 1)Örgütlü, örgütlenmiş. 2) Düzenli, düzenlenmiş. organize etmek Düzenlemek, örgütlemek, teşkilatlandırmak.....Temel Türkçe Sözlük Kemal Demiray.

Organizasyonun Almanca sözlükteki anlamı:1) Plan gereği bina etmek. Örgüt, Düzen, Bir şeyin şekli. 2a)Grupta; Cemiyet, Birlik, Gruplaşmış kişilerin aynı amaçla birleşmesi. b) Bir arada olmak, bünye, bina. Bir enstitünün talimatı, emri.

Organizasyon şekli: Belli kurallar. “Organizasyon şekli, Firmayı yönetim tarzını belirler.”

Organizatör:1) Belli bir plana göre hazırlamak. ”Politikacılar bir şeyi ilan etmekte, duyurmakta Organizatördürler.”

Konumuzla ilgili olarak bu kelimelerin başka sözlüklerdeki anlamları da üç aşağı beş yukarı aynı şekilde açıklanıyor olmalı. Bu kelime 16. Yüzyılda, Yunancası organon olup organ kelimesinden türetilmiş.

Organon yani organ’ın sözlük anlamı ise: “Alet takımı, musiki aletler, amaç aletleri” ; ergon  “İş, sanat eseri, çalışma, ödev”.

18. Yüzyılda Fransız diline giren, sonradan yine bu organ kelimesine paralel olan organize kelimesi, “organ mevcut etmek” anlamında. Latince organum kelimesinden türetilmiş, “çalışma aletleri” anlamında. Yani, plana göre yapmak, şekil vermek.

Kutsal yazılarda bu Organizasyon kelimesi bir kere dahi geçmemektedir (Tevrat, Zebur, İncil, Kuran kastediliyor). Hiç bir yerde rastlanmamış, ne orijinal dillerinde ne de bu kelime 18. yüzyılda üretildikten sonra yapılan Mukaddes Kitap tercümelerine girmiş. Hem de bu araştırmayı Yehova Şahitlerinin bizzat yaptıklarını, sonucu da kapalı kapılar ardında kendilerinin üzülerek kabul ettikleri bir gerçek olarak belirtmek isterim. Bunu üyelerinden kimse de duymamıştır. İçlerinden çıkardıkları Raymond Franz’ın kitabında okumasaydım ben de duymazdım. Çünkü Yehova Şahitleri bir Organizasyondur ve de üyelerine her fırsatta bu Organizasyonla övünmeleri öğretilir. Benim burada anlatmak istediğim sadece onlar olamayacak; bu kelimenin sözlük anlamından çok daha derinlere inerek, aslında biz insanlık için ne anlama geldiğini, kuvvetini, yaptırımlarını, tarihten örnekler vererek; en çok da Allah’ın sözlerinden, O’nun Organizasyonu destekleyen, bizlerin anladığı anlamda Organizatör bir Allah olup olmadığını ispatlamaya çalışacağım. Bu tek bir kelimenin altında yatan gerçekleri anlatmak için aslında çok uzun bir kitap dahi yazılabilir. Ben yine mümkün olduğunca kısa ama en çok kendi alanımızda, bizi ilgilendiren şekliyle bir açıklama getirmeye çalışacağım.

Hepimizin bildiği basit bir soruyla, iyi organize edilmiş şeyler vardır ya da kötü organize edilmiş şeyler vardır diyebilir miyiz? Çok basit olarak her şeyi insan belki de böyle açıklayabilir mi?

Hiç unutmam; biz daha 15 yaşlarındayken babası kömürcü olan bir arkadaşım vardı. Bir gün onların evinde yatıya misafir gitmiştim. Bilmediğim bir nedenle arkadaşımın babasına verdiği dik dik cevaplarla onu öfkelendirdiğini görüyordum. Arkadaşım benim yanımda sanki aslan kesilmişti. Aslında babasından çok korkmasına rağmen onun böyle yapmasına, “tam da şimdi ben buradayken neden böyle bir tatsızlık oluyor” diye hem şaşırıyor, hem korkuyor, hem de utanıyordum. Bu sırada herhalde oğlunun bilgisizliğini vurgulamak amacıyla olacak: “Söyle bakalım kaç çeşit kömür vardır?” diye sinirli sinirli baba sordu. Çünkü babası mesleki olarak kömürcüydü. O da hemen küstahça : “Her şeyde olduğu gibi iki çeşit” demesine ben içimden “vaayy bilemedi diye” geçirirken baba yine sormaya devam etti. Öfkeli ama amacına da ulaşıyor gibi bir halle: “Neymiş onlar?” diye sorması üzerine bizim arkadaş pişkin pişkin: “İyi kömür kötü kömür” demesine güleyim mi ağlayayım mı. Babasının da benim gibi böyle bir cevabı beklemediği kesindi. Bu olayı her hatırlayışımda hâlâ kendi kendime gülerim.

Peki, bu arkadaşın o zihniyetinden yola çıkacak olursak, acaba biz de diyebilir miyiz; “iyi organizasyonlar vardır bunlar iyidir, kötü organizasyonlar kötü organize edildiği için, ya da başka bir sürü nedenlerden ötürü kötüdür”. Yalnız hemen şunu da unutmayalım. Yaptığımız ya da yapacağımız bu iyi ya da kötü değerlendirme notunu neye göre veriyoruz ya da vereceğiz? O organizasyonun maddi büyüme gücüne göre mi? Sahip olduğu üyelerinin çokluğuna göre mi? Kuvvetine göre mi? Politikada olsun uluslar arası etkinliklerde olsun, bunların arasında söz sahibi olmasına göre mi? Amacına göre mi? Planı ve buna bağlı hedefine göre mi? Çok popüler olmasına göre mi? Herkes, ya da çok büyük bir kitle tarafından onaylanmasına göre mi? Üyelerinin aralarındaki birlik bağına göre mi? Kısa kesmek için vesaire vesaire diyerek, daha sayılabilecek ne varsa, bütün bunlardan hangisine göre değerlendirerek biz bir organizasyonu iyidir ya da kötüdür diyebiliriz?  Bazıları: “Hepsine göre” de diyebilir. Derin düşünülür ise aslında kolay bir soru da değil, öyle değil mi?

Yeryüzümüzde hemen her şey organize edilmiştir. Saymakla bitiremeyiz. Bir kaç örnek vererek ancak çok meşhurlarını belki sınıflandırabiliriz. Politik, askeri, dini, milli, ticari, teröri, mafyamsı, sportif faaliyetler, eğitim, sağlık vs. vs. Şimdi gel bu sınıfın altında herhangi bir nedenle organize edilmiş kuruluşlara, toplumlara, ordulara, dinlere, politikacılara, teröristlere, insan avcılarına, kanunsuzca çalışanlara, hastanelere, eğitim kurumlarına, iyi organize edilmiş ya da kötü organize edilmiş diye not ver! O organize edilmiş kuruluş kimilerine göre çok iyi not alırken, başkalarına göre ise, çok korkunç, tehlikeli ve yok edilmesi gereken bir kuruluştur. Kimi o organizasyon için kendini, canını bile feda ederken, bir başkası o organizasyona karşı savaş açar ve bu uğurda o kendini feda eder.

Bütün hepsinin de bir bakıma çalışma mekanizması aynı prensiplere dayanmasına rağmen, bu sınıfların içinden konumuzun ağırlığını ben dini organizasyonlara vereceğim. Saydığım sınıflarla bu konunun etki alanını özellikle genişlettim. Okuyanın ilgisini çekmekten ziyade, bu konunun her insanı bizzat ilgilendirdiğini de vurgulamak istiyorum. Hepimiz, bütün dünya ulusları ve milletler bu organizasyonların etkisi altındadır. Bütün insanlık bu etkinin alanları içinde yaşar. Bu etkide insanlar hangi organize edilmiş sınıfın içine girer? Sadece bir iki veya yüzlerce sınıfın etkisi altına girer de öbürlerine girmez mi, onun tartışmasını yapmayacağım. Fakat dediğim gibi bütün insanlık bu organize edilmiş şeylerin etkisi altında yaşar. İstese de istemese de o etki altında kurulmuş işyerine gider çalışır. Yine o etki alanında olan birçok yerlerle alış veriş yapar, bina eder ya da yıkar, eğitim alır ya da eğitim verir, yardım eder ya da yardım alır, falan filan. Tek başına Robinson gibi bir adada yaşayan insan yeryüzümüzde hâlâ var mıdır onu bilemiyorum, eğer varsa da istisnadır. Hiç kimseyle, hiçbir şekilde ilişkisi olmadan, tek başına yaşayan kişi için, onun organizasyonların etkisi dışında yaşadığını söyleyebiliriz. Ben bu yazım ile ne demek istiyorum? Bunu daha esrarengiz yapmadan hemen konunun temeline girelim.

Aslında yukarıda da dediğim gibi bu konuya benim ilgimi çeken; organizasyon kelimesinin hiçbir kutsal yazılarda tek bir kere dahi geçmediğidir. Mukaddes Yazılarda, sigara ya da telefon kelimesi de hiç geçmez. Çünkü o zamanlar sigara ve telefon denen şey yoktu da ondan geçmez. Eğer Allah organizatör bir Allah ise, hatta bazılarının iddia ettiği gibi bu O’nun bir özelliğiyse; buna sigara, telefon gibi o zamanlar bilinmeyen ya da olmayan bir şeydi diyemeyiz ki.  En azından Allah’ın bu özelliğe sahip olduğunu ispatlayan başka sözlerin ya da o doğrultuda yaptığı işlerin olması gerekmez midir? Kendi kendime bunların Kutsal Kitaplarda neden geçmediğini sordum. Aslında birinci ve en önemli ilk neden; Allah’ın hiçbir zaman bir organizasyona ihtiyacı olmaması ve de insanları organize etmemesidir. Hemen şaşırmayın, bunun nedenini elimden geldiği kadar, hatta bazen çok ve belkide gereksiz gibi gözüken tekrarlar yaparak açıklamaya çalışacağım.

Organizasyonların amacı, önce bir şeyi planlamak ve sonra o planı gerçekleştirmek için uğraş vermek demektir. Bu ne amaçla olursa olsun böyledir. Allah’ın ve O’nun yaratmış olduğu insanın ise bir organizasyona ihtiyacı olamaz. Çünkü Allah iradesini, yaratıklarının zihin ve yüreklerine yerleştirmiş olduğu emirlerini, onlar tabiatıyla ve istekle yaparlar. Bu irade onların bünyesini oluşturur. Bu onların yaratılmış robotlar ya da altıncı hisleriyle hareket eden hayvanlar olduğu anlamına da gelmez. Onlar bunu doğru olduğu için, zekâ ve yeteneklerini kullanarak, sevinçle ve istekle yaparlar. Bu durumu biz insanlık dünyasına baktığımız zaman tam ters olduğunu görüyor isek; Allah’ın Şeytana (bir zamanlar melek idi) müsaade etmesinden ve de Şeytanın da dünyayı etkisi altına almasından dolayıdır. Bu şimdiki kullandığım cümle genel dünya bakış açısına komik gelebilir. Ben zaten başlangıçtan beri dediğim gibi, organizasyonun Allah ile nasıl bir ilişkisi olduğunu çözmek amacıyla bu yazıyı yazdım. Allah’a kendi kafasına göre inanan, ya da hiç inanmayan insanlar için bu yazının anlamı çok çürüktür. Tarafsız bir şekilde hakikati bilmek isteyenlere enteresan gelmekten ziyade, hayat kurtarıcı bilgiler içerecektir.

Evet, dediğim gibi Allah iradesini yaratıklarının zihin ve yüreklerine yerleştirmiş olmakla bu onları bir robot yapmaz. Kutsal yazılardan iyiyi ve kötüyü seçme, onları yapıp yapmama hürriyetini Allah’ın biz insanlığa ve gökteki ruhi yaratıklarına da verdiğini biliyoruz. Mademki Allah’ın iradesini yapmak, bizim zihin ve yüreklerimize yazılmışsa, nasıl oluyor da kötü olanı yapabiliyoruz?

Aslında kâmil, yani kusursuz bir insanın bunu yapması için kendini zorlaması lazım. İlk insan Âdem ve Havva kâmildi. Onların ise itaatsiz olarak kâmillik özelliklerini kaybetmeleri, yalnız kendilerini bu yanlış işi yapmaya zorlamalarıyla değil; dışarıdan gelen etkinin de onları zorladığını yine okuyor ve biliyoruz. Dışarıdan gelen etkinin ise, çok hikmetli, kurnaz ve güçlü bir ruhi yaratık olduğu kesin. Bir yılan ya da bir hayvan, zekâ, bilgi ve tecrübeleriyle kendinden çok üstün yaratılışa sahip insanı kandırmış olamaz. Fakat Mukaddes Kitaplarda, kendisinde suç bulunana kadar iyi bir melekken, kendini Allah’a karşı koymakla baş kaldıran, isyan eden anlamında bir ismi olan Şeytanın bunu yaptığını okuyoruz. (Hezekiel 28:11-19)  Yoksa yılan ne konuşan, ne de böyle özelliklere sahip düşünen bir yaratıktır. Ancak Şeytan Havva ile konuşurken, onu daha çok etkilemek amacıyla yılanı konuşturuyormuş gibi bir şov seçti. Kısa ve öz olarak söylemek gerekirse „kandırdı” da diyebiliriz. (Mukaddes Kitapta Tekvinin 3. babın tümü, Vahiy 12:9; Kuran da Araf suresi 7.sure 11 den 25 kadar olan ayetleri ile Ta-Ha, 20. sure 115 den 124. ayete kadar.)

Şimdi organizasyon ile bu bilgilerin ne ilgisi olduğunu sorabilirsiniz. Amacımız Allah ile organizasyon düşüncesinin ne anlama geldiğini araştırmak ise; Allah’ın düşmanı olan Şeytanın kimliği hakkında az da olsa bir bilgiye ihtiyacımızın olduğudur. Eğer birçoklarının iddia ettiği gibi: “Ben görmediğim şeye inanmam” dersek, ya da sadece gözümüzle gördüklerimiz bizi etkiliyor ise, bilgide etki alanımız ancak konuşan o yılanda kalır. Binlerce sene de ancak çocuklarımızın zihinlerine bunları böyle harfen yazıldığı gibi bir anlayışla sokmakla, aslında onların gözünde masal anlatanlar olmuşuzdur. Benim amacım sadece o yılanın arkasındaki şahsı göstermek değil, o şahsın amaçları, izlediği yol ve onun etki alanı hakkındaki bilgileri de açığa çıkarmaya uğraşmaktır. Mademki yeryüzü belli bir süreyle onun eline verildi, onu tanımakta da mecburi bir yükümlülüğümüz var demektir. Çünkü ve maalesef, çok şeyleri o öyle istedi diye yapıyoruz. Ya da bu yaptıklarımızın Allah’ı değil de ancak Şeytanı memnun ediyor olmasıdır. Ben burada Allah ile Şeytanın işlerini birbirinden ayırmak amacıyla da bu yazıyı yazıyorum.

Mademki yukarda da bahsettiğim gibi insanlık nakâmil, yani Allah’ın gözünde kusurlu oldu, doğal olarak da Allah’ın insanların yürek ve zihinlerine yerleştirdiği iradesi artık kâmil değil de kusurlu çalışmaya başladı. Allah’ın iradesi olan ve onların yüreklerine yerleştirdiği düzeni insanlık tarihine baktığımızda onun için görememekteyiz. Çünkü kusurlu çalışıyorlar. Hayvanlardan örnek verecek olursak, niçin Allah’ın organizasyona ihtiyacı olmadığını ve ileri sürdüğüm: “Allah iradesini yaratıklarının zihinlerine ve yüreklerine yerleştirir” sözünün ne anlama geldiğini de belki daha iyi anlatabileceğim.

Mesela arılar, karıncalar. Başlarında onlara emreden, şunu şöyle bunu böyle yap diyen olmadığı halde, hepsi aynı amaçla ve düzenli bir şekilde çalışırlar. (Süleyman’ın Meselleri ya da özdeyişleri bap 6:6 dan 9’a kadar olan ayetler). Bunu böyle yaratan Allah’tır. Bu ise milyonların içinden ancak hepimizin bildiği sadece iki hayvan türüdür. Tabiatta gördüğümüz bu hayvanlar üzerindeki düzeni onlar ne organize etmiştir, ne de Allah onları bir organizasyona muhtaç olacak şekilde yaratmıştır. İnsanın içine huzur ve rahatlık veren tabiatı, her ne kadar biz insanlar cehenneme döndürmeye uğraştıysak da, bazı yerlerde hâlâ bakmakla dahi rahatlık duyduğumuz bu düzen ve ahenk, organizasyon düşüncesinin başarısı değildir. Organize edilmiş insan zihni ancak bu tabiatı bozmaya çalışmıştır.

Aslında organizasyon açıkça Şeytanın kullandığı bir düzendir dersem hiç de öyle şaşırmayın. Çünkü o Allah gibi olmayıp, yaratıcılık özelliğine de sahip olmadığından; amacına ulaşmak için en kolay yolu organize etmekte bulur. Dünyayı da bu yolla etkisi altına almıştır. Bir başkanı, ya da bir kralı ve onun emri altında olan bir sürü insanı düşünün. Şeytan burada o büyük topluluğa ancak birkaç kişiyle hâkim olur. Fakat bu Allah’ın prensibine ve amacına çok ters gelen bir uygulamadır. Hiçbir zaman da bu şekli Allah desteklemez, ancak müsaade etmiştir. Bunun birçok örneklerini Mukaddes Kitapta, Allah’ın İsrail’le olan ilişkisinde göreceğiz. Nitekim Allah bu yüzden de İsrail’i hiç bir insani kralın yönetmesine taraftar olmamıştı. Ancak İsrail halkı Allah’a gelip: “İlle de öbür milletler gibi biz de başımıza bir kral isteriz” diyerek akılsızca tutturuyorlar. (1.Samuel 8:4 den 22’ye kadar ve 10:17 den 20’ye kadar ve 12. Babın da tümünü lütfen okuyarak karşılaştırın. İsteyenler Kurandaki bakara 2.surenin 246 dan 252e kadar olan ayetlerini okuyabilirler. Yalnız Mukaddes Kitabı ellerine almazlarsa, o yerlerin konumuzla olan ilgisini de pek anlamayacaklardır.)

Organizasyon taraftarları, Allah’ın Musa aracılığıyla verdiği emirlerle İsrail halkının eğitilip, düzene sokulmasıyla organize edilmiş olduğunu vurgulayarak; sözde bununla Allah’ın da aynı şeyi desteklediğini ispatlarlar. Onların amaçları, aslında İsraillilerin örneğinde olduğu gibi hep başlarına bir kral, bir başkan, bir yönetici atamaktır. Ben eskiden: “Bu yönetme hastalığına sahip olanlar daima insanların üzerine musallat olmuşlardır” diye düşünürdüm. Böyle olmakla birlikte acı bir gerçekte, yönetilme hastalığında olan insanların çok daha büyük sayıda olmasıdır. Bunun örneklerini Mukaddes Kitapta, yine İsraillilerin başlarında kral yokken ille de bir kral yapmak için olan ısrarlarında ve insanlık tarihinde açıkça görüyoruz. (Hakimler 8:22-23)

Gelelim Musa zamanındaki Allah’ın işlevindeki amacının organizasyon şeklinde olup olmadığına. Buna açıkça hayır diyoruz. Organizasyonun sözlük anlamlarında düzen, tertip gibi kelimeler var diye, her düzen ve tertipli olma halini organizasyon zihniyeti yapar demek değildir! Yine Allah hem düzenlidir hem de kanunlar vermiştir ve verir, fakat bu O’nun organizasyondan yana olduğunu göstermez. Apayrı kavramlar ve özellikler hakkında konuşuyoruz. Bu kavramları birbirine karıştırarak organizasyon düşüncesini savunanlar az değildir. Onlar: “Düzen ve kanunlar organizasyon şeklinde örgütlenmezse uygulanamaz” iddiasındadırlar. Bir yerde düzende vardır kanunda, ama bunları uygulamak için orada illede bir organizasyonun şekli olması gerekmez. Ancak bu düzen ve kanunlar nasıl uygulanabilir diye insanlar kendilerini organize etme şekline gidebilirler. Çok kolay bir yol olmasından dolayı da gitmiştirler. Bununla da insanlara değil kanunlara hizmet etmişlerdir. Hâlbuki kanunlar sözde insana hizmet etmesi için çıkarılmışken, gün gelip insanlar kanunlara hizmet etmeye uğraşmışlardır.(Markos 2:23-27) Bunun yanında Allah’ın daima yaptığı gibi, organize edilmeyip, bu şeyler o kişilerin bilgisine, sorumluluğuna, vicdanına, zekasına ve yeteneklerine de bırakılabilir. Özgürce, organizasyona ve örgüte ihtiyaç duymadan. Nitekim de İsrail’de Allah kralken ve İsrailliler başlarına kendileri gibi insan olan bir kral isteyene kadar bu böyleydi. (Hakimler 17:6 ; 21:25 ; 1.Samuel 8:7-8)   Hatta Musa dahi 40 yıl çölde günahkâr ve birçok yanlışlıkları olan İsrail’le beraberken, onları hiç organizasyon şeklinde yönetmeye, ya da Allah’a kul ettirmeye çalışmadı. (Tesniye 12:8)   Musa’nın dediği gibi: “Herkes gözünde doğru olan her şeyi de yapamaz”. Fakat herkes gözünde doğru olan şeyleri kanunu ve düzeni bozmamak şartıyla muhakkak yapabilir. Musa’nın Tesniye 12:8 de yazan bu sözüne dönecek olursak, bu gerçeği görmemek için sahiden de kör olmak gerekir diyorum. Bakın Tesniye 12:8’de Musa ne diyor:

“Bugün burada bizim yapmakta olduğumuz her şeye göre yapmayacaksınız; herkes gözünde doğru olan her şeyi yapıyor.”

Aslında bu sözlerle Musa 40 yıl çölde, o inatçı, söz dinlemez, sert enseli kavimle beraberken, onlara karşı Allah’ın ve kendisinin davranış şeklini açıkça belirtmiş oldu. Kısacası o kavmin sahip olduğu özgürlüğü vurguladı. Musa’nın kitaplarını okuduğumuz zaman Allah’ın çok sert biri olduğu kanısına sahip olsak da, bu sözlerle aslında Allah’ın ne kadar çok özgürlük verdiğini görmemek de elde değildir. Özgürlük vermek demek değer vermek demektir. Bir yerde özgürlük ne kadar kısıtlanıyorsa, o yerde yaşayan insanlara o kadar az değer veriliyor demektir. Allah ise yarattığı insana her zaman değer vermiştir. Bazen o insanlık buna layık olmasa da. “Bütün her şeyin üzerinde Allah kral olarak hüküm sürüyor” demekle, O bu işi organizasyon şeklinde yapıyor anlamı çıkarılamaz. Mesih’te kral olarak yeryüzünü cennet haline getirme işinde organizasyon şeklini hiçbir zaman kullanmayacaktır. Bunu nerden biliyoruz ve emin olarak söyleyebiliriz? İsa Mesih’in yeryüzündeyken öğretilerine ve izlediği yola bakarak. (Matta 5-6-ve7’inci bölümler - Yuhanna 8:32)

Dediğim gibi bazı şeyleri karıştırmamak lazım. İki ya da çok kişiler arasında yapılan bir antlaşma, sözleşme, buna bağlı olarak da kişilerin ona uyma zorunluluğu ile organizasyon arasındaki fark kıyas edilemez. Bu elma ile armut kıyaslaması gibi olur. Hâlbuki iki farklı şeylerden bahsediyoruz. Organizasyonun sözlük anlamları da bu yönde açıklanıyor. İnsanlar, bir amaç için plan yapılması ve bu planı uygulamaya sokmak için de kişilerin organize edilmesi, örgütlenmesi gereklidir diye görebilir. Bu bir görüş açısıdır, fakat insani değerleri çiğner ve onları şimdiki dünyamızın olduğu şekle götürür. Bir antlaşma ise, iki tarafın da onayladığı ve üzerine aldığı bir sorumluluktur. Nasıl ve hangi nedenlerden ötürü olursa olsun, altına imza atılmış bir sözleşmenin ardından getirdiği sorumlulukları vardır. Sonradan pişman olunsun olunmasın, kişiler buna uymalıdır. Organizasyon, örgüt, kuruluş vs. bunlar bir yönetme tarzını belirliyor ise,  antlaşma ya da sözleşmenin bununla hiçbir benzerliği yoktur. Ben biriyle herhangi bir şey üzerinde sözleşme yaparım, ama bu beni ille de onunla bir organizasyon bağına sokmaz ki. Borç alır borç verebilirim, bu yine benim o kişilerle organize edildiğim, ya da aynı organize edilmiş kurumları onlarla paylaştığım anlamına gelmez. Fakat bir sözleşmenin iki tarafı da birbirine bağlayan ortak yanları vardır. Çünkü yapılan sözleşmeye iki tarafında uyması gerekir. Ancak bundan sonra her iki tarafın o antlaşmayı nasıl yerine getireceği konusunda, yine belki kendilerini organize etme gereği duyabilirler ya da duymazlar. Bu o iki tarafında kendi bileceği bir şeydir. Yani bir sözleşmeyi yerine getirmek için ille de organize edilmek gerekmez. Bazı insanlar bir sorumluluğu, bir işi, bir görevi ya da herhangi bir amacı yerine getirirlerken, ille de koydukları kurallara esir olurken; bazıları da bunu özgürce, kalıp kurallara bağlı kalmadan, bilgisini, zekâsını, sorumluluk duygusunu, sevgisini, terbiyesini, arzusunu, inisiyatifini, şerefini, vicdanını, inancını vs. kullanarak yapar.

Organize edilmiş örgütlenmiş bir toplumda, kişilerin çok konuda kendi başına karar verme hürriyeti yoktur. Ancak o organizasyonun planına ve isteklerine uyarsa, bu tabii ki müstesnadır. O plan uygulanırken kişilere emirler verilir ve emirler alınır. İster bu onların hoşuna gitsin isterse gitmesin, herkesin buna uyması gerekir. İster organize edilmekte olsun isterse de bir antlaşmada, her iki tarafın da mecburi yapmaları gereken sorumlulukları olduğunu kabul etmemiz gerekir. Antlaşma ardından sorumluluk getiriyorsa da, bunu kişiler özgür bir biçimde yerine neden getirmesinler? Fakat organizasyon hiçbir zaman özgürlük vermez, veremez. Verirse de o bir zaman sonra zaten organizasyon olmaktan çıkar. Peki, ne olur? Artık ne olursa olur. Hem bu konumuzu uzatıp çok da dışına çıkar. Peki, fark sadece özgürlük vermede mi? Bakalım fark sadece bu kadarla mı kalıyor görelim.

Allah İsraillilerle bir antlaşma yapıyor. Bu antlaşmanın altına bütün İsrail ve onlarla yaşayan karışık halk da: “Evet Allah’ın bize söyleyeceği her şeyi dinleyeceğiz” demekle imza atmış oluyorlar. Mukaddes kitabın Çıkış 20. baptan (bölümden) 24 üncü bapa kadar olan bölümlerinde Allah bu antlaşma ile o kavmdan neler bekleyeceğini ve şartlarının bir kısmını da önceden söylüyor. Verdiği bu şartları o milletin tutmasında ve bu ahde girip girmeme isteğinde Allah onların özgür iradelerinin sesini duymak istiyor. Peki, onlar ne diyorlar? Çıkış 24:3 aynen şöyle yazıyor:

“Musa gelip kavma Rabbin bütün sözlerini ve bütün hükümlerini anlattı; ve bütün kavm bir sesle cevap verip dediler: Rabbin söylediği bütün sözleri yapacağız.”

Ancak aldığı bu sözden sonra Musa dağa çıkıp, aynı prensibe dayanan Allah’ın verdiği daha başka emirlerin ayrıntılarını ve onları nasıl tutacaklarını öğrenmek için 40 gün 40 gece orada kalıyor. (Çıkış 24:12)

Bu durumu şuna da benzetebiliriz. İki kişi bir sözleşme yapıyorlar. Biri ona araba satıyor. Alıcı, satın aldığı arabanın parasını ödeyene kadar o sözleşme geçerlidir. Ayrıca arabayı satan da o kadar iyi biri ki, satın alan antlaşmayı tutabilsin ve yalancı çıkmasın diye, hatta maddi ve manevi yardım bile ediyor! İşte Allah, kavmi İsrail ile olan antlaşmasını basitçe anlatmak istersek bu prensibe dayanır bir amaçla yapmıştır. “Allah İsrail’e tutmaları gereken emirler verdi” demekle, onları buna benzer bir antlaşma ahdine sokmuş oldu. Bu emirleri de onları hayat yolunda eğitmek için verdi. Organize etmek için değil. Organize edilmesi gereken bir sürü emirler, tapınma çadırından tutun, o kutsal eşyaları nasıl taşıyacaklarını belirten ayrıntılara kadar hepsi eşyalar, cisimler, cansız şeyler içindi insan için değil. İşin içine insan girdiği zaman kanunlar o insana hizmet ediyordu, esir değil. Bunlar zamanla yanlış kullanıldıysa suç Allah’ın değil o insanlarındı. Kâhinler ve onlara yardımcı Levililer ise temsilciler olarak atandılar. Allah ile kavm arasında Allah’ın emirlerini uygulamakta onlar aracıydılar. Kavmin üzerinde hüküm sürenler değil. Hâkim olarak görev yapmaları, bir kral gibi hükmetmeleri anlamına gelmez. Hâkim demek kral demek değildir. Evet, eğer bir kral varsa, hâkimler kralın koyduğu kanunların amacına uygun hükmetmelidir. İsrail’de o zaman kral denilebilecek en üst yönetici ise zaten Allah idi. Onun için de kâhinlerin ve Levililerin kavmın üzerindeki davalara bakan hâkimlik rolleri, onların kral olduğunu ortaya çıkarmaz. Onların İsrail halkıyla olan ilişkilerini hakimler kitabından daha da iyi anlıyoruz. Hakimler 17 bap 6 ayeti:

“O günlerde İsrail’de kral yoktu, herkes gözünde doğru olanı yapardı” diye yazmakla, Allah’ı temsil eden o kâhinlerin ve Levililer`in organizasyon düşüncesi ve ruhuna sahip olmadıklarını çok daha iyi görüyoruz. Çünkü nerede insani bir yönetici varsa orada da organize edilmiş kurumlar, insanlar vardır. Eğer Allah onları organizasyon şeklinde birleştirmiş olsaydı, böyle yazdığı gibi bir özgürlüğe de müsaade etmezdi. Bu yüzden, yani herkes kendi gözünde doğru olanı yapıyor diye Allah onları cezalandırdı mı? Hayır, ancak Allah’ı bırakıp da putlara döndükleri zaman; o zaman dahi Allah onları çoğu zaman cezalandırmadı, ancak onları bıraktı, yardım elini çekti. Eğer Allah’ta organizasyon düşüncesi olsaydı, böyle şeylere hiçbir zaman müsaade etmeyecekti. Bunlarla, Allah hiçbir zaman cezalandırmaz demek istemiyorum. Ancak organizasyon düşüncesinde özgürlük, şahsiyet, iman, sevgi, merhamet falan yoktur diyorum. Organizasyon zihniyeti tam tersine bunları yok eder. Organizasyon düşüncesinde emir almak ve sırf bu emre göre yaşamak, düşünmek, konuşmak vardır. O kişi: “Bende bunu düşünüyorum ama” diyemez. Ya da “ben anladığım kadarıyla böyle inanıyorum” bile diyemez. ”Benim canım bu şekilde değil de şu şekilde yapmak istiyor” hele hiç dedirtmez. Organizasyon şekli toplum olsun, askeri olsun, mafya ya da din adı altında birleştirilmiş olsun, tabiilerini ancak köle eder. Zamanla da ama muhakkak bir gün gelir yok olurlar. Yok edende yine insanın kendisidir. Daha açık yazarsam; organizasyonu genelde kendi içindeki bağlı olduğu üyeleri yok eder. Fakat o insanlar daha sonra tekrar başka bir isim altında ve daha iyi imiş gibi başka bir organizasyon kurarlar o da ayrı. Sonuç hep aynı olur. Bu durum aynı bir kısır döndü gibidir. Bir daire etrafında döner gibi, insanlık hep aynı hataları yaparak dönüp durmuştur. Bu yüzden de bazı insanların: “Tarih tekerrürden (aynı şeyleri tekrarlamadan) ibarettir” diyerek kısaca kesip atması boşuna değildir. Haklıdırlar da.

Çünkü insanlık bir zalim kralı devirene kadar canı çıkmış, ne çok kurbanlar vermiştir ve de devirmiştir. Sonra başına başka bir kral getirmiştir! Sistem organizasyon, ama o an için isimler değişik ya! Krallıkları, diktatörlükleri, komünizmi vs. vs. kaldırıp demokratik, kapital bir düzen getirmişler. Aslında sistem yine aynı, organizasyon. Sonuçların da aynı olacağı kesin değil mi? Zaman meselesi. Nerede dünya hâkimi Mısır Firavunları? Asurlular nerede? Peki, Babilliler, ya Med ve Pers kralları, orduları nerede? Büyük İskender, Roma imparatorluğu ve daha niceleri, nerede onların gücü, zenginlikleri, dehşetleri, göz kamaştıran görüntüleri? Bunların hepsi çok iyi organize edilmiş milletler, dünya hâkimleri, ordular değil miydi? Bütün bu organize edilmiş saydığımız ve de saymadığımız uluslar, ordular, dinleri, inançları, kültürleri, zenginlikleriyle birlikte yok oldular. Zamanımızın komünist bloğu da bunların içinde. Peki kapitalist Amerika, o ebedi mi duracak sanıyorsunuz? Hele onun sonu Mukaddes Kitapta daha da umulmadık bir şekilde gelecek diye yazıyor. Bütün bu saydıklarımız isimlerin hangisi organize edilmemişti? Hem de çok iyi denilir bir şekilde organize edilmiştiler. Şimdi ise hiçbiri yok, ve olanlarının sonu ise yakın.

İsrail halkı hâkimlerin zamanında, “herkes kendi gözünde doğru olanı yapardı” diye yazıyor dedik. Herkesin kendi gözünde doğru olanı yapmasının doğru mu yanlış mı olduğunu savunmadan, ben onların sahip oldukları özgürlüğü vurgulamak istemiştim. Büyük olaylarda, insan canı söz konusu olduğunda ise kavmin hepsinin bir düşüncede toplanması, yine de onların organizasyon düşüncesine sahip olduklarını ispatlamıyor.

Mesela bir adam Benyamin oymağında misafirken, Benyaminlilerin o adamın karısına zorla tecavüz edip ölene kadar onu kötü kullanmaları. Sonra da bütün İsrail’in bu çirkin davranışa karşı tek bir bedenmiş gibi toplanması. Bu konu Mukaddes kitabın “Hakimler” bölümünde 19,20,ve 21’inci bölümlerinde işlenir. Bunu yaparken de kavmin organizasyon düşüncesi taşıdıklarını görmüyoruz. Bir sorun vardı ve bu sorun hepsi tarafından bir adammış gibi ele alındı. Karar vermekte zorluk çektikleri konuları da Allah’a sormakla hallettiler. Orada aynen şöyle yazıyor:

“Bütün kavm bir adammış gibi kalkıp dedi...”Hakimler 20:8)

Organizasyonda bu yoktur. Organizasyonda tam tersine, bir adam kalkar ve bütün kavm adına karar verir. Eğer organizasyonda bir sorun varsa, o sorunu onların başkanları, yöneticileri, belirli ayrıcalık sahibi kişileriyle, kapalı kapılar ardında gizli olarak konuşulur ve o doğrultuda kararlar alınır. Bundan sonra ise onu uygulamada hiç kimsenin hayır denmesi istenmez. Herkes o karara inansa da inanmasa da, doğru bulup bulmasa da, kabul edip etmese de yapmak zorundadır. Şahitlerin de övünerek kendilerini benzettikleri gibi, onlar askeri bir ordu düzenine göre çalışırlar. Burada gökteki ordular kastedilmiyor, ancak kendilerinin kötü gördükleri yeryüzündeki askeri ordular kastediliyor. Şahitler onların düzenini örnek alınacak bir şey gibi gösteriyorlar. Eğer bütün askeri ordular Şeytanın etkisindeyse, çünkü bunu bizzat Şahitler söylüyor; o halde bu düşünceye göre Şahitlerin kimin etkisi altında organize edildiğini anlamamız zor olmasa gerek. Aslında onlar kendi ağızlarıyla kendilerine hükmediyorlar.

Peki, hâkimler kitabından biraz önce bahsettiğim konudaki bütün toplanmış o kavimle birlikte gelmemiş olan topluluğa ne yapıldı? Gelmemiş olan o topluluğun bazıları hariç, hepsi kılıçtan geçirilerek öldürüldü. Şimdi insan soruyor: “Burada organizasyon düşüncesinden farklı ne var?” diye. İlk bakış insanı yanıltıyor ve aynı gibi bir sonuç çıkarıyoruz. Yukarıda ise bahsetmiştim, “antlaşma ile organizasyonu birbirine karıştırmayalım” diye. O zamanki İsraillilerin böyle suçsuz dökülen kanın soruşturmasında bir kavm gibi toplanmaları, Allah’ın Musa vasıtasıyla vermiş olduğu emrinden ötürüydü. Suçsuz dökülen kanın sorumlusu mutlaka cezalandırılmalıydı. Yoksa Allah o bir kişinin kanından bütün kavmi sorumlu tutacaktı. Bu onların Allah ile yaptıkları antlaşmaya ”evet” diye cevap verdikleri kanunların içindeydi. Antlaşmaya uymayanın ise cezalandırılması yerinde değil midir? (Tesniye- Yasanın tekrarı 19:10 ; 21:1-9 )

Bu olaydan esinlenerek dini organizasyonlar da şimdi şöyle iddia etmezler mi?:

“Bizim de kurallarımız ve prensiplerimiz var. Bunu kişi bize katılmadan önce açıkça öğrenir ve öğretiriz. Sonradan bu kural ve prensiplere kim uymazsa, biz de kendi yetkimiz dahilinde cezalandırmak ile neden Allah’ın organizasyonuna benzemiyormuşuz, ya da organizasyon sadece Şeytanın kullandığı bir yöntem oluyormuş?!”

Fark aslında çok basit fakat açıklamak gerek. Birincisi, hakimler kitabında geçen ya da buna benzer olaylarda suçluya ceza verilmesi, hep birlikte toplanılması gibi şeyler onları yine bir organizasyon yapmaz. Dediğim gibi, yerine getirilecek bir görevin, sorumluluğun, adaletin, cezanın ya da sevginin, merhametin vs. düzenini ille de organize etmek gerekmez. İkincisi ise yeryüzündeki hiçbir organizasyon üyelerine daima hakikati söylemediği gibi, kendilerinin: “Biz onlara her şeyi önceden söyledik” dedikleri şişkin sözler, ancak kişiyi o organizasyon kapanına çekmek için hazırlanmış tuzaklardır. Hele hele bir kararda, onu üyelerine kesinlikle sorma tenezzülünde dahi bulunmazlar.

En basit bir örnek verelim, öyle mi değil mi siz karar verin. Bunu yine içlerinde organizasyon adını en çok kullanan Yehova Şahitlerinden vereceğim. Tekrar belirteyim, sakın bu örneklerim ile beni sadece onlara karşıymışım gibi görmeyin. Buradaki yazım organize edilmiş ve o düzene göre şekillendirilmiş ne olursa olsun, politik, ticari, dini hepsi için geçerlidir. Hepsini ayrı ayrı ele alırsam, bin sayfalık kitapta yazsam yeterli olmaz. Genel olarak onun için bir organizasyondan ve onun örneklerinden bahsediyorum. Prensip aslında aynıdır ve hepsi için geçerlidir. Neyse, gelelim iddia ettiğim konuya ve onun örneğine.

Şahitlerin içlerine girene kadar kişinin belli bir eğitimden geçtiği doğrudur. Bu evlerde olsun, toplantı salonlarında olsun, beraber yapılan “tetkik” dedikleri araştırmalar ile gerçekleşir. Onlar bu işi öyle organize etmiş. Olur ya, bu bizim konumuz değil. Ben sadece bu işi nasıl yaptıklarına dair zihninizde bir resim yapabilmeniz için yazıyorum. Mesela onlar yayınlarında şöyle öğretir:

Yalnız bizim şahsen inandığımız şeyleri değil fakat içinde bulunduğumuz herhangi bir dini teşekkül tarafından öğretilen şeyleri de tahlil etmemiz gerekiyor. Onun doktrinleri Allah’ın sözüne tamamen uygun mudur, yoksa insanların ananelerine mi dayanıyor? Eğer hakikati seviyorsak, böyle bir araştırmadan korkacak nedenimiz yok demektir. Allah’ın bizimle ilgili olan iradesinin ne olduğunu öğrenmek ve onu yerine getirmek, her birimizin samimi arzusu olmalıdır. Yuhanna 8.32 (Yehova Şahitlerinin yayınladığı, Türkçesi “ebedi hayata sevk eden hakikat” kitapçığı sayfa 13 de. Eskiden bu kitap hakkında Şahitler, Mukaddes Kitap ve Mao’nun doktrini kitabından sonra dünyada şimdiye kadar sayıca en çok basılmış üçüncü kitap diye övünürlerdi. Gerçektende yüz milyonlarca ve birçok dillerde basılmış.)

Şahitler bunun gibi yukarda yazılı daha birçok teşvik ve tahriklerle, kişi hakikati seviyor ise soru sormaktan ve kendi dinini araştırmaktan kaçınmaması gerektiğini savunurlar. Gerçeğe bu kadar bağlı olmak için insanları cesaretlendirmekte verilen bu uğraş çok değerli bir iştir. Fakat ne dedik: “Bir organizasyon bu gibi şişkin sözleri kendi uygulamaz, ancak kendine çekmek için yem olarak kullanır”. Tam Şahitlerde de durum böyledir. Bütün bu samimiyet, hakikate susamışlık, korkmadan soru sormak ve araştırmak vs. ancak bir Şahit olana kadardır. Kişi bir kere bunların içine girdimi, onların her öğretisini öyle kabul etmelidir ki, noktasına virgülüne kadar. Hata yaptıklarını kabul ettikleri halde, eğer bir kişi herhangi bir öğretiden şüphe ettiğini, inanamadığını söylerse onu hemen kendi içlerinden “Allah’ın bizzat kullandığı kanala karşı gelmekle bir daha hiç kurtulamaz, Allah onu son günde de helak edecektir” diyerek atarlar. Artık bunlardan hiç kimse onunla konuşmaz, selam vermez, rastgele yol dahi sorsa cevap vermezler. Kendilerinin haklılığını savunmak amacıyla, resuller tarafından İncil’de bu konuda yazılmış ayetleri bir de ispat olarak gösterirler. (2.Yuhanna’nın mektubu 9,10,11 ayetleri.). Bakın orada aynen şöyle yazıyor:

İleri gidip Mesih’in taliminde kalmayan her adamda Allah yoktur; talimde duran da hem Baba hem de Oğul vardır. Eğer biri size gelir, bu talimi getirmezse, kendisini eve kabul etmeyin, ve ona selam vermeyin. Çünkü ona selam veren onun kötü işlerine hissedar olur.

Aslında tam bu ayet de bize “bu organizasyonun Allah’dan olamayacağının bir ispatıdır” dedirtiyor. Çünkü kendilerinin öğrettikleri talimde durmayanlar, aslında yine kendileri. Onların kendi yazılarındaki asıl istekleri ve uygulamaları, “kendi dinini araştır ama sakın bizi değil!” demekten başka bir şey değildir. Öğretileri ve uygulamaları arasındaki fark korkunçtur. Bu yüzden de her Şahit zamanla şunun farkına varır: Organizasyona yönelik her türlü negatif gibi görünen düşünce dahi, senin atılman için yeterlidir. Bu yüzden bir sürü kasıtlı kasıtsız yanlışlıklarına rağmen, onlar bu hataları hakkında hiçbir zaman özür dileme gereği duymasa bile; üyelerden beklenilen: “Yalan da olsa sen çeneni tutup, her ne pahasına olursa olsun organizasyonu savun” emrine bunlar “birlik” derler. Bu yüzden onların konuşmacı nazırları kongrelerde ellerine aldıkları kahverengi bir kitapla: “Organizasyon ‘bu kitap siyahtır’ derse bu kitap siyahtır” diyeni birde alkışlarlar! Çok meşhur aralarındaki bir parola da: “Tek başıma doğru yolda gideceğime, organizasyon ile birlikte yanlış yolda giderim” düşünceleri hep bu Şeytanın küstahça insanlığa kabul ettirdiği organizasyon düşüncesi ve fikridir. Hitler Almanya’sında da durum hiç farklı değildi. Gerçi 21’inci yüzyıldaki Merkel yönetiminde de durum farklı değil. Diktatör dediğimiz Aslında Hitler de Alman halkından aynı bu Şahitler gibi bir beklentiyle kendi bünyesini organize etmiştir. Hitler rejimi ile Şahitler arasındaki fark sadece güçtür. Onlar da aynı Hitler’in o zamanki gücüne erişmiş olsalar, bence Hitler’i mumla aratırlar. Bu iki örnekle, biri dini biri de siyasi organizasyonları ele alıp, ortak yanlarının sadece organize edilmek olduğunu söylemek istemiyorum. Gittikleri ve izledikleri politikanın, insanlar üzerindeki aynı baskıya sahip olan o gücünü organize edilmekten aldıklarını belirtmek istiyorum. Bununla da iyi organizasyon kötü organizasyon ayrımına girmeyelim. Çünkü iyi olsun kötü olsun her organize edilmiş insani kuruluşlar tek bir kaynaktan emir alırlar. Bütün geriye kalan çoğunluk bunu uygulamalıdır. Hangi insan hatasızdır ve de günah işlemez? Hata ve yanlışlığın yapılacağını her insan kabul ediyorsa, bir de bunun içine kasıtlı yapılan kötülükleri de soktuğumuz zaman, gelin de çıkan o emri sadakatle uygulayın! Olabilir, bir hastalık vardır, fakat bu hastalığın her insana geçmesine kimse mecbur edilemez ki. Eğer çıkan bir emri ya da alınan kararı yüzde 98’i kabul edip ikisi bile kabul etmese, hastalığın o iki kişiye de bulaşmasını organizasyon mecbur eder. Hastalıkla benzetmeye çalıştığım şey bizlerin günahları, yanlışlıkları, kötülükleriydi. Organizasyonlar ise ancak bunların yayılmasını başarmıştır.  Yine dediğim gibi Allah ise bu düşünce ve sistemlerden nefret eder ve derki:

Kötülük için çokluğun peşinde olmayacaksın; ve bir davada adaleti bozmak için çokluğun ardınca saparak söylemeyeceksin. Çıkış 23:2 Ve yine:

Eğer kardeşin, ananın oğlu, yahut kendi kızın, yahut koynundaki karın, yahut canın gibi olan dostun ...başka ilahlara kulluk edelim derse ona uymayacaksın ve onu dinlemeyeceksin; ve gözün ona acımayacak ve onu gizlemeyeceksin...Tesniye 13:6-8

İşte Allah ve organizasyon farkı bu kadar belirgindir. Organizasyonlar her ne pahasına olursa olsun birliği savunur, Allah ise her ne pahasına olursa olsun doğruluğu savunur ve emreder. Tabii eğer duymak, görmek istersek! Allah hiçbir zaman çoğunluktan, hoşuna gitmeyecek, O’nun prensip ve kanunlarını çiğneyecek şekilde bir birlikten yana olmamıştır. Hele sayıya hiç mi hiç bakmaz. Nuh’un tufanını düşündüğümüz zaman, bütün yeryüzünü alt üst etmeden önce Allah sadece parmaklarla sayılabilecek kadar bir aileyi, yani sekiz kişiyi kurtarıyor. Sodom Gomora şehirlerini yok etmeden önce Lut ve kızlarını seçerek ancak üç kişiyi kurtarıyor. Mısır’dan çıkan İsraillilerin sayısı milyonlarca olduğu halde, Allah o sayılanların içinden sadece iki kişiyi vaat edilen diyara sokuyor. Şeytan ve Allah arasında geçen diyalogda Allah: “Bütün yeryüzünde kulum Eyüp gibi yok” demekle bütün yeryüzünde kendi iradesine saygılı tek bir kişinin olmasından dolayı utanmayan bir Allah. Tam tersine, değerli ama sayısı bir kişi de olsa Allah o kişiyle övünüyor, çünkü layık. (Tekvin 7:1 ve 23 ; 1.Petrus 3:20 ;  Tekvin 19:29 ; Sayılar 14:26-30 ; Eyüp 1:8) Organizasyonlar için ise bu sayılar onların yüzlerini kızartan, kendilerine büyük utanç veren yüz karalığıdır. Çünkü onlar üstün değerlerle değil, sayılarıyla, istatistiklerle, şöhretleri ve zenginlikleriyle övünürler. Bütün bunları da başarı diye görürler.

Şöyle de düşünemezmiyiz: «Organizasyon ile yalan söylemenin, ikiyüzlülüğün ne ilgisi var?» diye. Bir organizasyon, içinde yalan söylüyor ise bu başka bir şey, organizasyonu kelime anlamında kötü ve yanlış göstermek bambaşka bir şey. Başka bir örnek daha vereyim ki ne demek istediğim tam anlaşılsın.

Polis, Jandarma toplumdaki kanunsuzluğu önlemek için görevlendirilmiştir. Fakat polislerin, jandarmanın rüşvet alması, yalan söylemesi, adaletten uzak taraf tutması yanlıştır. Evet ve de doğru. Fakat bunlar toplumdaki kanunsuzluğu önlemek için görevlendirilmiş olan polislik görevinin yanlış olduğunu ispatlamaz ki. Organizasyonların içinde küçük gruplar şeklinde de olsa, dediğini harfi harfine yerine getirip, yalana falan hiç tenezzül etmemiş olanları da vardır. Bir de bunlar ne kimseyi aldatmışlardır, ne de başka bir sahtekârlığa başvurmuşlardır. Çok ama çok az da olsa böyle organize edilmiş kuruluşların da var olduğunu ve olmuş olabileceğini kabul edelim. Aslında bütün organizasyonların sahip olmak istedikleri standart budur. Benim bu konu altında anlatmak istediğim de bu ya. Problem Şahitlerin yalancı ve sahtekârlıkla ikiyüzlülük yapmalarında değil. Sorun, o organizasyonun daima doğru ve dürüst olup olmamasında da değil. Sorun ister Şahitler olsun isterse de bütün insanlık olsun, onların organize edilmiş olmasındadır. Organizasyonlar, içlerinden çıkacak küçücük bir mikrobun azami süratle bütün hepsine yayılması marifetinden başka, insandaki özgür iradeyi, hürriyetti ve sevinçli olmak gibi değerleri de ancak baltalar. İnsan, zekâsındaki yüzde doksanlık o boş kullanmadığı yeri, ancak hür olursa geliştirebilir. Allah da insanı bu amaçla yaratmıştır. Organizasyonlar bunları tümüyle yok etmek için icat edilmiştir dersem, yine sanırım doğru söylemiş olurum. Organizasyonlar kalıp düşünce hastalığında olduklarından; insanları düşünemeyen, vicdanı bozulmuş veya hissetmeyen, karar verme yeteneğinden yoksun, duygusuz robotlar yapmak için uğraşırlar. Çünkü onlar için bir hedef vardır ve o hedef de ne olursa olsun insan sonuncu plandadır. Daha doğrusu her organize edilmiş kuruluşun yöneticisi için o hedefe erişmekte insan sadece bir engeldir. Onlar insana daima bu gözle ve anlayışla bakarlar. Sütü sevip onunla geçimini sağlayan bir çiftçinin, problem olarak gördüğü en büyük sorunun ineklerin olması gibi bir şey bu. “Ah şu inekler olmadan süt olsa ne iyi olur” demesiyle, sahip olduğu yaklaşımı ancak neye ve kime değer verdiğini gösterir. Öte yandan o hayvanlara sevgiyle bağlanmış bir çobanı düşünecek olursak, çoğu zaman ineklerin sütünü onlara ağarlık yapmasın diye sağıyordur. O ne sütü nede parayı en üst seviyede görür. En üstte tuttuğu değerler sevdikleridir, yani bu durumda o hayvanlardır. Bu konuyla ilgili İsa birçok örnekler vermesine rağmen ben bir tanesini yazacağım.

Bunun için İsa yine, "Size doğrusunu söyleyeyim" dedi, "ben koyunların kapısıyım. Benden önce gelenlerin hepsi hırsız ve hayduttu, ama koyunlar onları dinlemedi.  Kapı ben'im. Bir kimse benim aracılığımla içeri girerse kurtulur. Girer, çıkar ve otlak bulur.  Hırsız ancak çalıp öldürmek ve yok etmek için gelir. Bense insanlar yaşama, bol yaşama sahip olsunlar diye geldim. Ben iyi çobanım. İyi çoban koyunları uğruna canını verir.  Koyunların çobanı ve sahibi olmayan ücretli adam, kurdun geldiğini görünce koyunları bırakıp kaçar. Kurt da onları kapar ve dağıtır. Adam kaçar. Çünkü ücretlidir ve koyunlar için kaygı duymaz. Ben iyi çobanım. Benimkileri tanırım. Baba beni tanıdığı, ben de Baba'yı tanıdığım gibi, benimkiler de beni tanır. Ben koyunlarımın uğruna canımı veririm. (Yuhanna 10:7-15)

İsa burada verdiği örnekte, bir çobanın koyunları için canını verecek kadar olan sevgisinden söz ediyor. Bu örneğe dikkat ettiyseniz, İsa koyunların bitmez tükenmez problemlerinden, onların çobanı ne kadar yorup engellediğinden, ya da onların akılsızlıklarından falan bahsetmiyor. Çünkü sözü geçen iyi çoban hedefe bakarken parayı, çıkarlarını, kendi izzetini, ya da canını değil; sevdiklerini, yani sırf koyunlarını görüyor. Çünkü mutluluğu koyunlarına olan sevgisinde de ondan. Hedefi ise onların yaşama, bol yaşama sahip olmalarında.

Bu organizasyon konusunu içeriğine nazaran çok kısa yazdımsa da, yine de sonuna kadar okuduktan sonra zihninizde bir resim yapmaya çalışın.

Çoğu zaman insanlar Allah’ı, kanunlarını tutmadıklarında kendilerini devamlı cezalandıran biri olarak tanımışlardır. Hâlbuki Allah yaptığı antlaşma ile insanlığa hayat yolunda sadece fayda ve menfaat sağlayacak kanunlar vermiştir. Bu kanunları da tutmalarında Allah insanlığı zorlamıyor, ancak şu şekilde öğüt veriyor:

Senin önüne hayatla ölümü; bereketle laneti koyduğuma, gökleri ve yeri size karşı bugün şahit tutuyorum; bunun için hayatı seç. Tesniye 30:19.

Hâlbuki organizasyon düşüncesi seçme özgürlüğü vermez, mecbur tutar. Dediğim gibi, ne kadar dürüst olursa da olsun. Allah da kendi düşüncelerini kabul etmeyecek olana o özgürlüğü ancak belli bir zaman için vermiyor mu? Fark ne?  Fark, zaman ve tahammül meselesinde mi? Sonuçta Allah da, organizasyonlar da düşüncelerine uymayanı yok etmiyor mu? Evet, ama Allah bu işi organizasyon şeklinde yapmıyor. Allah da, organizasyonlar da öldürüyor diye bunu yine aynı kaba koyamayız. Birinde özgürce, kendi verdiği kararlarla kişi hayata ya da ölüme giderken; organizasyon düşüncesinde kişiler ister iyi olsun isterse de kötü, o şeyi daima bir baskı ve zor altında yapıyor. Yani kişi bunların ne olduğunu kendi bile bilmeden ve karar veremeden yapıyor. Adil olan Allah ise bu yöntemden neden nefret ediyor? Çünkü O, herkes ne ise bunun açıkça belli olmasından yanadır. Yoksa Allah Şeytanın dünyaya hâkim olmasına neden müsaade etsin ki? Bu da ancak özgürlükle başarılır, baskıyla değil. Allah’ın amacı sevinç, hürriyet, ebediyet vermektir. Öbürünün amacı ise bunlardan hiç biri değildir ve olamaz da. Bunu istese de başaramaz.

Yine bir suç karşılığında verilen kararlara gelecek olursam, adil karar vererek bir suçluyu ölüme mahkûm etmedeki düşüncede, ille de bir organizasyonu savunmak yoktur. Hatta tam tersine, o hâkim sahip olduğu adalet ve doğruluk bilgisine göre karar vermekte tam bir hürriyet duygusuna sahip olmalıdır. Hâkim suçluyu ölüme mahkûm etti diye, bu onun ille de organizasyon düşüncesini destekliyor anlamına da gelmez. Allah da suçluya hükmedip ölüme mahkûm etti diye, bu O’nun organizasyon düşüncesine sahip olduğu anlamına gelmeyeceği gibi. Öldürmeyle, ceza vermeyle ilgili bir benzerlik konusu bulup da o organizasyonların: ‘’İşte biz de Allah gibiyiz’’ demeleri tam saçmalık olur. Dünyamızda birçok devlet ve idare tarzları vardır. Krallık, dikta, komünizm, demokrasi vs. gibi. Bunlar birbirlerinden farklı olduğu halde, ceza kanunu hepsinde vardır. Ceza kanununa sahip diye hepsi aynımıdır? Aslında çok farklı şeylerden bahsediyoruz. Ancak aldığımız ters eğitimler ve yeryüzündeki çarpıtılmış sistemlerden dolayı bunları ayırt etmemiz zor oluyor ve birbirlerine karıştırıyoruz. Birinin suç işlemesi ve buna ceza verilmesiyle organizasyonun ne ilgisi vardır? Kanunlar ile organizasyonu birbirine karıştırmayalım. Allah birçok kanunlar vermiştir bu doğru, ama yine de yarattığı canlılar üzerinde organizatör bir Allah değildir. Hele birde verdiği kanunları uygulamada organizasyon şeklinin seçilmesinden de nefret eder.

İsterseniz gelin birde organizasyonun faydalı olduğunu var sayalım. Onu insanlığa faydalı bir ilaca benzetelim. Mesela Aspirinin baş ağrısında fayda gösterdiğini inkâr edemeyiz. Fakat cennette başı hiçbir zaman ağrımayacak insanların aspirine de ihtiyacı olmayacaktır. Bir kişi aspirinin faydalarını ne kadar sayarsa saysın, bu Allah için ve cennetteki kulları için anlamsızdır. Hiçbir zaman kullanmayacağım şeyin faydasından bana ne? Bir kişi yine, “bizim başımız şimdi ağrıyor da onun için kullanıyoruz” diyebilir. Aspirin sadece bir benzetmeydi; öyle olduğu halde bu benzetmede kalalım. Organizasyon taraftarları: “Aspirini kusurlu, hasta insanlar kullanır” demiyorlar. Verdiğimiz örnekte organizasyon aspirin ise: “Bu ilacı Allah daima kullanıyor, ebediyen de kullanacak ve kullandıracak” diyorlar! Şahitler: “Allah’ın organizasyonu her zaman vardı” diye yırtınırlar. Saçmalıkta zaten burada. Hatta Allah’ı organizasyon şekline muhtaç gibi gösteriyorlar. Aspirin örneğinde devam edecek olursam, kısacası o aspirini sadece şimdi değil, “Allah bunu ebediyen kullanacaktır” demek istiyorlar.

Diyelim ki benim bu anlattıklarıma hak verip, bu düşünceyi kabul eden bir organizasyon var. Onların organizasyon şeklinde insanlara hâkim olmayı geçici bir düzen olarak gördüğünü var sayalım. Öyle olsa bile, kimse bu yöntemin insanları Allah’a yaklaştırmakta doğru olarak kabul edileceğini iddia edemez. Ne şimdi ne de cennette. Ederse de Allah’tan destek bekleyemez. Nitekim de hiçbir dinin böyle bir desteği görmediği apaçık ortadadır. Eğer bu bir çözüm, bir ilaç ise, bu ilaca Allah’ın hiçbir zaman ihtiyacı yok ve de kullanmıyor. Allah, yaratmış olduğu yaratıklarını sadece kendisine ihtiyaç duyacak bir şekilde yarattı. Aspirine benzettiğim organizasyon yöntemine muhtaç olacak bir şekilde değil.  Eğer bütün dünya bu organize olma sistemini uyguluyor diye, bu onların ille de doğru olanı yaptıklarını göstermez. Bir örnekte, kendisini denemeye kalkan insanlara İsa Mesih, dünya işleriyle Allah’ın işlerini birbirine karıştırmamamızı gerektiren şu sözleri söyledi:

Hirodes yanlılarıyla birlikte gönderdikleri kendi öğrencileri İsa'ya gelip, “Öğretmenimiz” dediler, “senin dürüst biri olduğunu, Tanrı yolunu dürüstçe öğrettiğini, kimseyi kayırmadığını biliyoruz. Çünkü insanlar arasında ayrım yapmazsın.

Peki, ne dersin, söyle bize, Sezar'a vergi vermek Kutsal Yasa'ya uygun mu, değil mi?” İsa onların kötü niyetlerini bildiğinden, “Ey ikiyüzlüler!” dedi. “Beni neden sınıyorsunuz? Vergi ödemekte kullandığınız parayı gösterin bana!” O'na bir dinar getirdiler. İsa onlara, “Bu resim, bu yazı kimin?” diye sordu.“Sezar'ın” dediler. O zaman İsa onlara, “Öyleyse Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını da Tanrı'ya verin” dedi. Matta 22:16-21

Yeryüzündeki devletlerin, hatta belki de her şeyin organizasyon şeklinde çalıştığını zaten kabul ettik. Biz insanların da bu organizasyonlardan çıkıp kurtulması söz konusu değil. Allah’ın da bu durumlara ancak belli bir zamana kadar müsaade ettiğini biliyoruz. Fakat Allah kendisiyle olan ilişkimizde böyle bir yola başvurmamızı nefretle karşıladığından emin olabiliriz. Bu yüzden İsa bir yerde bu sözleriyle, Allah’ın işleri ve organize edilmiş yönetimlerin (Sezar) işleri diye bir ayırım yapıyor.

Tarihte o kalın taş duvarlı, her biri en az bin yıl ayakta durabilecek yapılarıyla,  Hıristiyan kilisesinin engizisyon mahkemeleri “dünya yuvarlaktır” dedi diye Galile’nin kafasını uçurmakla tehdit eden ve korkutan; Galile’yi de ortaya attığı bilimsel gerçeği geri almak zorunda bıraktıran sistem organizasyondur. Allah ise böyle bir cezayı hiçbir zaman vermez. Yanlış bir bilgiye, sanıya sahip diye Allah meleklerini öldürdü mü? (Bakara,sure 2:30 ; 1.Petrus 1:12 ; Efesoslular 3:9) Hayır, cennette de, yanlış bilgiye sahip diye hiçbir insanı öldürmeyecektir. Yine kâmillik, yani kusursuzluk ile sonsuz bilgiyi karıştırmayalım. Günah işlemek başka, yanlış bilgi, yanlış sanı başka bir şeydir. Bunu kâmillik konusu altında zaten işlemiştim.

Mukaddes Kitabı okudu diye o insanları diri diri yakan, kendi dilinde anlaşılması için o kitabı tercüme edenleri ölüm oğlu diye ilan edip kovalayan, yine bu organize edilmiş Hıristiyan kiliseleriydi. Peki, bu kiliselere ne oldu? Hâlâ ayakta durmuyorlar mı? Fonksiyonları hâlâ korkunç olmasına rağmen tarih onların çok şükür ki o uzun tırnaklarının kırıldığını yazıyor. Bunun böyle olduğunu, zamanımızda kısmen de olsa görüyoruz. Aralarında bazı küçücük mezhepler var ki yine örneğin Şahitler, Adventistler, vaftizciler (Bapdist), özgür kilise, Mormonlar, Kaplancılar, Humeyniciler, vs. gibi. Bunlar ortaçağdaki kilisenin güçlerine erişmek için çok hayallerle uğraşıyorlarsa da, onların dünya dini olmamasına da çok sevinebiliriz. Düşünün bir kere, Yehova Şahitleri dünya dini olsa! Kimde özgürlük diye bir şey kalır? Onların sayıları 4 milyonken her yıl 36 bin kişiyi aralarından sırf bu yüzden atıyorlardı. Tabii o zaman bu atma şekli de hemen değişecektir. Çünkü kanunların onlara tanıdığı yetki şimdilik bu kadar. Onların yetkileri eğer sayıları 2 milyar olursa ne kadar olur siz düşünün. Şimdi işi oranlamaya vurursak. 4 milyonken 36 bin bir yılda, 2 milyar olsalar her yıl 18 milyon insan aforoz edilmeli. Bu rakamların içinde cinayet, hırsızlık, zina ve bir sürü adi suç olayları yok. Bunlar sadece Şahitlerin öğretisine inanmamış, ya da inanamamış veya onlara: ‘’Yanlışınız var’’ demiş kişiler. Bu hesaba göre ki, -bu istatistik sayılar Şahitlerin her yıl üç aşağı beş yukarı aynı oranda gidiyor- yaklaşık üç yılda bir bütün Türkiye devleti sayısındaki adamın kellesi gitti demektir! Neredeyse 60 milyon insan. Başarıya bakın! Çünkü bu organizasyon böyle başarılarıyla birde övünüyor. “Bütün bunları biz birlik bozulmasın diye böyle yapıyoruz” derler, kendi üyeleri de maalesef bu düşünceyi onaylar.

Bir tarihte, Şahitlere üye bir kadın organizasyona şikâyette bulunuyor. Kocasından ayrılmak için müsaade istiyordur. Çünkü o kadına kendi cemaatindeki ihtiyarlar ve yetkililer: ‘’Kocandan ayrılırsan Allah’ın emrini çiğnemiş olursun ve seni aramızdan atarız’’ diyor. Allah İncil’de: “Zina dışındaki boşanmaları her ne nedenle olursa olsun iyi gözle görmediğini söyler” (Matta 5:32 de) Kocası da bir kadınla cinsel ilişkide bulunmuş, ama anal !!!  Buna benzer başka örnekte de erkek erkeğe cinsel ilişkide bulunulmuş. Daha da iğrenci, bu işi bazen hayvanlarla da yapanları olmuş. Organizasyon cevap veriyor, “hayır ayrılamazsın” diyor! Çünkü bu gibi ilişkileri onlar o zaman zina olarak algılamıyorlarmış!  Bir de bu sözüm ona Allah’ın kanalıymış !!!

Zaman geçiyor devir geliyor bu organizasyonun düşünceleri de değişiyor ve böyle durumda olanlara boşanabilir imkânı tanıyor. Fakat o zaman midesi kaldıramadığından, organizasyonu dinlemeyip de boşandığı için atılanlar, “Allah seni son günde yok edecek” dedikleri şahıslar, onlara ne oluyor? Sonradan biri gidip: “Biz hata yapmışız” diye özür mü diliyor? Hayır, tam tersine, o kişinin gelmesi için onun özür dilemesi lazımmış! “Çünkü bizi terk eden, aslında bize sadık olmadığını, her durumda bizimle birlik içinde yaşamadığını ispatlamış olur” der bunlar. Yani «onlar sadık dostlar değil» anlamı çıkarıldığından dolayı, o giden kişinin geri gelmesi kabul edilmesi için, onun özür dilemesi gereklidir! Acaba bunu da nasıl ve hangi sözlerle yapmalıdır? Mesela şöyle mi demeli: “Biliyorum, siz de şimdi benim o zamanki düşüncem gibi düşünüyorsunuz, ama ben ne olursa olsun sizin önünüze geçmemeliydim. Bundan sonra gözü kapalı ölüme dahi gitmeye hazırım, yeter ki siz emredin” mi demesi lazım? Yoksa “benim bu yaptığım alçak gönüllülük değildi ve sizlere karşı gelmekle kendimi büyütmüş oldum” mu demesi lazım? Bunlara benzer bir şey söylemezse zaten aralarına almazlar. Alçak gönüllü olmanın adı ve şekli onlara göre böyle oluyor. Doğruyu da bilsen susmalısın, ileriye gidip yürümeye hakkın yok senin. Fakat her gün vaaza gidip insanlara hakikati duyurmalısın, onlara yılmadan yorulmadan doğruyu söylemelisin! Acaba hangi doğruyu! Kendi içindekilere ise, sakın hiç sesini çıkarma!!! Doğruyu söyleyerek onların önüne geçme!  Peki, bütün bunları yapması gereken o eşekler kimse, kendi o eski dinlerinden neden çıkıyorlar ya da çıktılar? Orada da hakikati bekleyemez miydi? Neden ileriye gidip de, “yok siz bizden Allah’ın ismini gizlediniz, yok siz bize yalan söylediniz, yanlış öğrettiniz, anlamadığımız dilde dualar ettiniz, üçlüğe taptınız” diyerek küstahlık yaptılar? Demek ki bu sırf Şahitlere karşı yapılınca küstahlık oluyor, fakat başka dine karşı yapılmışsa o Şahit kongrede alkışlanıyor! Eğer her ne pahasına olursa olsun itaat etmenin adı alçak gönüllülük ise, sabretmek ise, bu özellikler neden ille de Şahidin partisine girince gösterilmeli! Doğru hareket tarzının her yerde, her kese karşı gösterilmesi gerekmez mi? İşte organize edilmiş düşüncede bu mantık yoktur. Böyle davranırlar, sırf kendileri doğrudur mantığına sahiptirler, böyle de meyveler üretirler. Dediğim gibi bu konuda Şahitler on binlercesinden sadece bir tane örnek.

Bazı insanlar bütün bu örneklere rağmen hâlâ: “Sen organize edilmiş diktatörlerle, Allah’a hizmet etmek amacıyla organize edilmiş bütün dinleri de mi aynı kaba koyuyorsun” diyebilir. Var mı böyle bir şey? Yani Allah’a hizmet eden dini bir organizasyonun olduğuna inanıyor musunuz? Zaten amaç organizasyonun anlamını anlamak değil mi? Bu yüzden ben “okumaya devam edin” derim.

Örneğin bir motor ya da makineden daima çalışması beklenir. Aynı organlar, organizasyonlar gibi. Bu makinelerin birbirine birleşmiş bir sürü parçaları işlevini uyum içinde daima sürdürmelidir. Fakat bunlar ile insan kıyaslanamaz. İnsan; duyguları ve haysiyeti olan, düşünebilen, zekâ sahibi, özgür iradesi olarak yaratılmış bir varlıktır. Bunun ile cansız şeyleri, ya da hareket ediyorlar diye insanı makineye veya organlara benzetmek korkunç saçmalıktır. Organizasyonlar ise kendi içindeki üyelerinin bir makine gibi birlik içinde çalışmasını bekler. Bununla askeriyeden tutun, dinler, fabrikalar, hastaneler, teröristler, kiralık katiller, mafyalar, okullar, devletler ve yeryüzünde işlevini sürdüren hemen hemen her şeyi de içine almak kaydıyla, onlar bütün şahısların aynı bir makine, bir organ, bir motor gibi hep kendi tarafında duruş alarak çalışmasını ve işlemesini ister. Nasıl ki bir motora kimse halini hatırını ve düşüncelerini sormadan, onlardan tekleme ve itiraz görmeden belli şeyler beklenirse, organizasyonlar da üyelerinden aynı şeyleri bekler. Tabii ki bir organizasyon da insan olan üyelerine haklar vermiştir. Mesela tatil, dinlenme, istirahat, yemek içmek gibi. Aynı şeyleri makinelere de vermek ve yapmak zorunluluğu vardır. Bir makine de bakım onarım ve enerji ister. Makineler de dinlenmez, düzenli bakımı yapılmaz ise çok çabuk bozulurlar. Her araba sahibi bunu bilir. Şeytan dediğimiz ruhi yaratığın amacı, insanı çok üstün niteliklerle yaratmış olan Allah’a karşı durdurmak için, o insanı bir robota, bir makineye, bir organa benzetmeye uğraşmaktır. Bu yüzden de bütün yeryüzünde kendi düzenini kurmuştur. Kullandığı en önemli düzen de organizasyondur. İnsanlığın bütün sevincini, mutluluğunu, ruhunu, sevgisini, düşünme yeteneklerini, karar verme kabiliyetini, her şeyden önemlisi de iman konusunda batmak için insanların vicdanını dağlamakta organizasyon yok edici bir düzendir. Ancak saydığım bütün bu özellikler ve saymadığım daha ne var ise, o organizasyonun menfaatine kullanılacak ise, o zaman her şey hoş ve sevgiyle karşılanır. Fakat amaçlarına, hedeflerine, menfaatlerine karşı, “hayır” kelimesi kullanıldığı zaman, bu o kişinin sonu demektir.

Bu konudan sonra “Allah kimleri kullanıyor?” adı altında yine bu konuya ışık tutan, birbirlerine çok bağlı başka bir düşünceyi de yazacağım.

Resul Pavlus da bütün inananları bir bedende birçok organlara benzetmedi mi?(1.Korintoslular 12:12-31) Mukaddes Kitapta birçok benzetmeler kullanılır. Bazen bir çoban, bazen bir koyun, bazen bir tohum, bazen de bir çiftçi. Bunların altında yatan anlam önemlidir, o benzetilen şeyler değil. Pavlus da o benzetmeyle bizim bu yazdıklarımızı destekleyecek bir misal veriyor. Birbirinizi koruyun, destekleyin diyor. Hepinizin yetenekleri farklıdır, birbirinizin üzerine kabarmayın demek istiyor. Yoksa elin sana problem yapıyorsa Şahitler gibi, onu kes at demiyor. Ya da gözün çirkin diye, onu oy çıksın da demiyor. Tam tersine “çirkin olan yanımıza daha çok özen gösteririz” diye bizleri birbirimizi hor görmekten uzak tutmaya teşvik ediyor. Bunlarla Resul Pavlus, “birlik bozulmasın diye birbirlerinizin her türlü pisliklerini örtüp, onları da savunun” demedi.

Yine karışık bir düşünce olmasın diye belirtmeliyim. İsa: “Eğer gözün sürçmene sebep oluyorsa onu çıkar, iki gözle cehenneme atılmaktansa tek gözle cennete girmen senin için daha hayırlıdır” derken kesinlikle gözümüzü çıkarmamızı kast etmedi. Çünkü Musa vasıtasıyla verilen şeriat kanunlarında kör, topal ya da başka özürlü kişilerin sunakta hizmet edemeyeceği konu edilirken, başka bir ayette de kendinize vücudunuzda yara, bere açmayacaksınız diye Allah emreder. Isa verdiği örneklerle bu emirleri mi çiğnedi, yoksa kesip atmamız gereken kastettiği şeyler organlarımız yerine yanlışlıklarımız, kötü alışkanlıklarımız mıydı? (Matta 5:27-31 Levililer 21:5-6 ve 21:16-24)    Kim bakmaması gereken yere bakıyor diye gözünü çıkarır? Hangisi daha kolaydır, ya da hemen uygulanabilir? Gözü mü çıkarmak yoksa o göze hâkim mi olmak?

İnsanlığın nakâmilliği, yani kusurlu, günaha yatkın oluşu ve yeryüzünün Şeytanın hâkimiyetiyle korkunç bir durumda olmasından dolayı, uluslar, devletler birçok nedenlerden ötürü en kolay yolu organize edilmekte buluyorlar. (Luka 4:5-6  Kuran–Araf, 7.sure 11 den 18e   Hicr 15.sure 37-39) Bu durum zor da olsa, haydi anlaşılabilir diyelim. Fakat Allah adına asla ve kesinlikle yapılamaz ve de yapılmamalı. Hem Allah adına kim ve ne için organize edilmeli ki? Eğer Allah isteseydi organlarımız gibi çalışan robotlar yaratamaz mıydı? Hem de en iyisini yapacağından kuşkumuz olmasın. Oysa Allah insanı kendi özelliklerine benzer bir şekilde yaratıyor. Bir organa, makineye, motora, robota benzer bir şekilde değil. O kendisini, hür bir iradeyle, istekle ve gönülden gelerek arayanların Allah’ı.

Organizasyonların kanunları kuralları vardır. Şeraitin de kanunları kuralları vardır. Şeriat İsrail’e bir antlaşma ile verildi. Bu Allah ile İsrail arasındaki antlaşmaydı. Her ne kadar kanun-şerait organizasyon demek değilse de, ortak yanları «kuralcı» olmalarıdır. Bakın Allah şeriat konusunda neler söylüyor:

Çünkü şeriat işlerinden olanların hepsi lanet altındadırlar; çünkü: «Şeriat kitabında yazılmış olan bütün şeyleri yapmak için onlarda durmayan her adam lanetlidir,» (Tesniye-Yasanın Tekrarı 27:26) diye yazılmıştır. Bellidir ki, Allah indinde kimse şeraitle salih sayılmaz; çünkü: «Salih iman ile yaşayacaktır.» (Habakkuk 2:4) ve şeriat imandan değildir; fakat: «Onları yapan onlarla yaşayacaktır.» (Levililer 18:5) İbrahim bereketi Mesih İsa’da Milletlere gelsin, ve iman vasıtasıyla Ruhun vadini alalım diye, Mesih bizim uğrumuza lanet olmuş olarak bizi şeraitin lanetinden kurtardı; çünkü yazılmıştır: «Ağaç üzerine her asılan lanetlidir.» (Tensiye-Tasanın Tekrarı 21:23)

Şeriat bu kadar kötü ise Allah neden şeriatı verdi? Cevabı şöyle:

Şöyle ki, imanla salih (doğru) sayılalım diye, şeriat Mesih için mürebbimiz (eğitimcimiz) oldu. Fakat iman geldiğinden, (günahkâr olduğumuzun bilincinde olma imanı) artık mürebbi altında değiliz. Çünkü hepiniz iman vasıtasıyla Mesih İsa’da Allah’ın oğullarısınız. (Galatyalılar 3:24-26)

Bu ayetler bize imanın ne kadar önemli olduğunu vurgularken, aynı zamanda da şeriat işleriyle doğru insanlar sayılmayacağımızı da belirtiyor. Çünkü kusurlu, yani günahkâr hiçbir insan o kanunları noksansız yerine getiremezdi. Mademki bu yüzden Allah şeriatı Mesih’in bedeninde lanet olmuş olarak, bizi şeriatın lanetinden kurtardı ise; çünkü şerit insanlığa günahlardan ötürü hayatı değil ölümü getirdi. İnsanlığa ölüm getiren her şeyden nefret eden Allah da bu yüzden, hem de kendisinin verdiği bu antlaşmayı iptal ediyor. Hatırlarsanız “kanunla organizasyonu birbirine karıştırmayalım” demiştim. Eğer Allah bizleri eğittiği o kanunlarından dolayı şeriatın insana zarar getirmesini lanetliyorsa, insanların kendi kanunuyla ve doğrulukla hiçbir ilgisi olmayan organizasyonları ne gözle görür?  Çok Müslümanların ve bir yerde de Yahudilerin hayallerinde kurdukları gibi “Kuran şeraiti geri getirmiştir” derler. Bu ancak şeriatın ne olduğunu bilmeyenlerin bir iddiasıdır. Yoksa Kuran şeriat falan getirmemiştir. Bu ancak fanatik Yahudilerin, şeriat hastalarının bir uydurmasıdır. Bu problemleri binlerce sene önce İncil’de resullerin yazılarından sık sık okumak mümkün. O yazıları okursanız, şeriat düşkünü Allah karşıtlarının zamanımızda da hâlâ değişmemiş olduğunu sizler de göreceksiniz.

Mademki Allah imana önem verip kurallarıyla birlikte şeriatı iptal ettiyse, bundan sonra kuralsız, kafamıza göre kanunsuzluğumu getirdi? Bakın, şeriatsız, organize edilmeden biz insanlar doğru olan şeyleri nasıl yapacakmışız okuyalım:

…Ve Ruhülkudüs de bize şahadet eder; çünkü; «Rab diyor: O günlerden sonra, onlarla keseceğim ahit (sözleşme, antlaşma) şudur; onların yürekleri üzerine kanunlarımı koyacağım, ve fikirleri üzerine onları yazacağım,» dedikten sonra:

«Ve artık onların günahlarını ve fesatlarını anmayacağım» diyor. (İbraniler 10:15-17 ; 8:7-13 ; Yeremya 31:33-34) Var mı bütün bunları başarabilecek bir organizasyon?

Organizasyon ancak bütün başarılacak bu şeyleri bozar ve bozmuş olduğunu da tarihte ve şimdi canlı örnekleriyle görmüyor muyuz? Ben burada şeriat kanunları ile organizasyonu kıyasladım ki, Allah’ın bizlerle asıl amacının ne olduğunu daha kolay anlayalım. Bence bu dini organizasyonlar şeriatın insan emirlerine dayanan ve uygulama şekliyle çok kötü bir başka versiyonu. İnsanlığı belli kurallara, emirlere, baskılara bağlamak mümkün müdür? Hem de yine kendi gibi olan başka insanlar tarafından ! İnsanlık bu kadar basit mi yaratıldı? Allah başlangıçta Âdem’e: “Yeryüzüne hâkim olun” derken bununla kendisi gibi olan insanı değil, yeryüzünde yaşayan hayvanları ve bitkileri kastetti. (Tekvin-Yaratılış 1:28 ve 9:1-7)

Rabbin sözü zaten bütün yeryüzüne dağılmış. Herkes O’nun sözünü çoğu zaman bedava ya da çok küçük bir para karşılığında satın alıp okuyabilir. Mukaddes Kitap ve Kuran çoğu zaman bedava; ya da iki, üç paket sigara bedeli karşılığında elde ediliyor. Eğer maksat bu sözü duyurmak, öğretmek için organize edilmiş bir din kurmaksa, tam tersine; bu Kutsal Kitapların verdiği anlamı, onun içeriğini ve anlatmak istenilen şeyi o organizasyonlar -tekrar ve tekrar söylüyorum- bozar ve de bozmuş oldukları apaçık ortadadır.

İlk üç yüzyıl boyunca yaşayan Hıristiyanların bir organizasyonu yoktu. Ne zaman ki Roma devleti tarafından devlet dini olarak kabul edildi, bu da ondan sonraki Hıristiyanlığın o iğrenç devrinin başlaması demek oldu. Çünkü organize edilmeye başlandılar! Bir sürü kan emici kurtlar girdi aralarına. Bir sürü rütbeler, saçma öğretiler çıkardılar. Papalar, kardinaller, bişoflar, rahipler, rahibeler, üçlük inancı, evlenmeyi yasaklama, günah çıkarma, engizisyon mahkemeleri, haçlı seferleri, savaşlar vs. vs.. Onların meyvelerini biliyoruz. Bu meyveler hep organizasyonun meyveleridir. Tek bir kafadan çıkan bu mikrobu bukadar büyük çapta yaymayı ancak organize edilmiş olmak başarır.

Mademki kötü bir mikrobu yaymakta organizasyonlar bu kadar etkiliyse, o halde iyi şeyleri yaymakta da etkili olması gerekmez mi? Evet, organizasyonlar hızla bir hedefe ulaşmakta çok etkiliymiş gibi gözükürler. Eğer burada kastedilen hedef Allah, O’nun sevinci olmak ise, insandan beklenilen bu özellikleri Allah yaratılışımıza zaten koymuştur. Bu işin hızlısı yavaşı gibi sorumlulukları da herkesin kendi şahsına bırakmıştır. Çünkü her insan bir değildir. Onları yapıp yapmama konusunda ise Allah zora, baskıya, tehdide değil, dediğim gibi ancak özgür irademize bakıyor. İçimizden istemeden, nefretle Allah’a yaklaşmak, aslında bizi O’ndan bir o kadar daha uzaklaştırır. Böyle yaklaşımla her gün, gece gündüz O’nun önünde durduğumuzu sansak da, bu Allah’ı ancak daha çok öfkelendirir. Fakat organize edilmiş dinler için bu büyük bir başarıdır. Çünkü onlar sırf dış görünüşe değer verirler.

Allah’ın değer verdiği, insanı insan yapan özellikler biraz önce saydığımız gibi, duygularımız ve hislerimiz, düşünme yeteneklerimiz, zekâmız, karar verme kabiliyetimiz, sevgimiz, vicdanımız ve buna benzer şeyler doğrultusunda ruhun verdiği meyvelerdir (işlerimiz). Bunları kullanıp gelişmesine çok önem vermemiz gerekirken, bütün organizasyonlar bunları sinsice bloke etmek ve yok etmek için çalışır. ‘’Düşünme! Karar verme! Duygularını ve hislerini hiç dinleme! Kendi kendine bir fikri geliştirme!’’ diye hatta açıkça emrederler. “Biz senin yerine düşünüyoruz, karar veriyoruz, inanıp iman ediyoruz. Sevgi duyup nefret etmen gerekli ise, bunları da bizim istediğimiz şekilde yine biz vereceğiz” diyerek sadece kendilerine uyulmasını, kayıtsız şartsız itaat edilmesini ister ve beklerler. Bunun dışında davranış gösterenlere, ellerinden gelen en büyük kötülük ne ise onu yapmaya daima hazırdırlar. Yetkileri, kudretleri kadar da yaparlar. Hem öyle hangi nedenle olursa olsun, karşı duran kişiler, bunlara göre çok büyük hainlik etmiştirler. Bu durumda da kim hain olmak ister ki !!!

Her konuda değindiğim gibi, bütün biz insanlığın hata yapabileceğini kabul etmemiz gerektiğini savunmuştum. Organizasyon kurmak demek, baştaki ya da başa getirilecek kişilerin yönetme yetkisine sahip olması demektir. Bu baştaki bir, üç, beş ya da beş yüz kişinin bütün dünyadaki insanlardan daha akıllı ve hatasız olduğunu, en doğru onların olacağını nasıl ispatlar?! Ben yaş ve bilgide 10 yaşındaki bir çocuktan çok ilerde olsam da, bazen o on yaşındakinin bile benden daha haklı olduğunu gördüğüm zamanlar olmuştur. Hepimizin başından böyle tecrübeler geçmemiş midir? Artık gururumuza, kibrimize ya da alçak gönüllülüğümüze bağlı olarak bir tepki göstermişizdir. Başımdan geçen bir tecrübeyi de anlatarak, organizasyon şeklindeki yönetimlerin ne kadar korkunç şeyler yapabileceklerini anlamanıza yardımcı olmaya çalışacağım.

Beraber Mukaddes Kitap ve Kuran hakkında araştırma yaptığım biri vardı. Sonradan da arkadaşlık yaptığım bu kişinin birçok kereler kendi işyerinde saat sabahın dörtlerine kadar oturup Allah hakkında konuştuğumuzu da bilirim. Aslında kendisinin Allah hakkında olan bilgisi, imanı ve inanıyorum ki Allah’a olan sevgisi de muhakkak benim gibi değildi. Bununla kendimi büyültüp o kişiyi küçültmek amacında değilim. O da benim gibi araştırmış, vaktini ve ilgisini bu konulara vermiş olsaydı,  belki de benden çok daha fazla bilgisi olup, iman ve sevgi konusunda da benden ileride olabilirdi. Mesela o daha hayatında Mukaddes Kitabı ilk defa benimle beraberken görmüşken, ben sayısını bilemeyeceğim kadar çok Mukaddes Kitabı baştan sona kadar okumuş ve araştırmıştım. Yani bu konuda ondan açıkça hiç şüphe götürmez bir biçimde bilgili ve de tecrübeliydim. Daha doğrusu ben öyle sanıyordum. O arkadaşla her konuda konuşur tartışırdık. Fakat o zamanlar benim Şahitlerden etkilenmiş olmamla sahip olduğum bilgi, kan alma ve verme konusunda yanlıştı.

Bunun yanlış olduğunu ben bugün böyle kolaylıkla söyleyebiliyorum. Bu inançla beraber yaklaşık 19 sene yaşadık. Çok şükür ki acı bir akılsızlık başımızdan geçmedi. Çocuğum var ve eğer ona bir kaza sonucu kan gerekli olsaydı, inanıyorum ki ölümüne kadar ben “verilmesin” diye karşı gelirdim! Diyorum ya iyi ki böyle bir acı olay yaşamadık. Fakat bir Yehova Şahidi olarak böyle yaşayan on binlerce, hatta milyonlarca insan var. En acı olan nedir biliyor musunuz? Bir gün gelip o inancınızın asılsız olup ve Allah’a makbul olmak yerine O’nun öfkesi olduğunuzu anlamanızdır. Aynı zamanda aldatılmış olduğunuzun da farkına varır, korkunç sinirlenir, öfkeye kapılırsınız. Hele acı da bir olay yaşamışsanız. Mesela biricik yavrum dediğiniz çocuğunuzun, karınızın, sevdiğiniz herhangi başka birinin ölümüne sebep olarak, o kanı verdirtmeyip, ayrıca bu konuda imanlı bir aslan gibi de mücadele verdiyseniz! Sonra da yanıldığınızın farkına varıyorsunuz. Sahip olacağınız vicdanı lütfen bir düşünün. Bütün bunlardan sonra hele bir de insan bağışlama konusunda fakir ise, çok daha çılgınca şeyler bile yapabilir. Dedim ya, iyi ki bizim başımızdan bu konuda acı bir olay geçmedi. Evet, bu kan konusunda o arkadaş şiddetle karşı gelip kan almaktan ve hayat kurtarmaktan yana olduğunu savunuyordu. Ben de sözüm ona Mukaddes Kitaptan ispatlarla ve dünyamızdaki tıp ve doktorların da bir yerde insan olup hatalarından bahsediyor, onu da kendim gibi kan konusunda aynı görüş ve inanca sahip olması için uğraşıyordum. Zaten ben bu arkadaş üzerinde ister iyi öğrettiğim konular isterse de bunun gibi yanlış öğrettiğim konular hakkında olsun, başarılı oldum diyemem. Kan konusundaki öğreti hakkında çok şükür ki öyle olmuş derken, başka konular hakkında da aynı şeyleri söylemek isterdim ama maalesef. Neyse, yine de hiç bilinmez.

Şimdi gelelim konunun en can alıcı noktasına. Düşünün ki ben, hem de en içten yürekle ve samimiyetle inandığım bu konuda, bir dini organizasyonun başkanı olsaydım. Yanmıştı o arkadaş! O da, ailesi de ve binlercesi de. Çünkü ben öyle inanıyordum ve bu inancı da uygulamak için herkesin benim gibi olmasını isterdim. Hem de en iyi niyetle. Hiç küçücük bir menfaat ve kötü niyetim olmasa da benim kafasızlığımın peşinden herkesin gelmesi için elimden gelen her şeyi de yapardım. Artık bilgim ve inançlarım doğrultusunda ne yapardım bilemiyorum. Çocuğumun ölümüne kadar razı olacağımı söylüyorsam artık gerisini siz düşünün.

Bir din var ve bu organize edilmiş. Diyelim ki bende onun başkanıyım. Milyonlarca, hatta milyarlarca da üyesi olan bir din. Ne kadar iyi bir insan olup, öbürlerinden de din ve Allah konusunda ne kadar bilgili olursam olayım, verdiğim örnekle sonucu gördünüz. Ben daha çok kısa bir zamana kadar bu kan konusunda böyle eşekçe bir inanışa sahiptim. Zaman geldi devir değişti eşekliğimin farkına vardım. Bu yazıları yazarken kendi kendime “iyi ki öyle bir dinin başkanı falan değilmişim” dedim. Başkanmış, yöneticiymiş gibi sorumluluklarla insanlara hâkim olmada böyle bir akılsızlığı zaten kabul etmem ya yine neyse. Fakat yeryüzünde böyle işlere meraklı ve bu işlerin hastası ne kadar çok insan vardır bilir misiniz? İşte organize edilmek ancak bunu başarır. O organizasyonda birliği sağlayacağım diye uğraşmak ise ancak katillik, canilik, nefret ve anlayışsız taştan bir yürek gerektirir. Bütün organize edilmiş kuruluşların yöneticilerinde de bu özellikler kat be kat mevcuttur. Eğer başlangıçta onlarda böyle bir yürek yoksa dahi, organize edilmiş olmak, bir gün gelip bu zihni tutuma onların da sahip olması için her türlü baskılarla adeta o yöneticileri ölüme kadar tehdit edip, gerekirse de yok bile edecektir. Yani organizasyonu kötü hale getiren sırf baştaki yöneticileri değildir. Onun işlevi şeklinde ister baş ol ister kıç, muhakkak seni de bir gün gelip boğacak ve yutacaktır. Boğulmayla, yutulmayla kastedilen;  kişinin kendini satması, Allah’a ihanet etmesi, üstün değerleri ayağının altında istemese de çiğnemeye zorlanmasıdır. Bunu da ancak insanları organize etmek başarır.

Hitler’in zamanında Yahudi kampında çalışan bir Yahudi kadın mühendisin, inşaatta ısrarla yapmalarını istediği konu kampın komutanına duyurulur. Kamp komutanı mühendisi dinler ve sonra mühendisi hemen orada vurdurur ve askerlerine: “İşi yine de onun söylediği gibi yapın” der. Bu da organize edilmiş bir dikta rejiminin hak verme yöntemi. Hak veriyor ama öldürerek. Öldürüyor çünkü: “Sen bize nasıl karşı gelirsin” diyerek. Mühendis karşı gelmeseydi, akılsızca bina edilen o yer çökecekti. Bu sefer mühendis yine öldürülecekti. Çünkü sorumluluk onda olduğu halde neden doğrusunu yapmadı, ya da işini kötü yaptı diye. Bu olaya göre doğru olanı yapıp onların akılsızlığına karşı gelmesi de ölüm demek, susup karşı gelmemesi de ölüm demek. Şimdi biri yine diyecek ki: “Kardeşim verdiğin örnekteki düşmanlıkla, nefretle, cinayet ve katletmekle organizasyonu birbirine neden bağlıyorsun?“ Doğru, dış görünüşte hiç ilgisi yok gibi. Yalnız unutmayalım, eğer bu düşmanlık, bu nefret, bu canilik o insanların her birinin görevi haline geldiyse, bunu böyle zihinde olan bir avuç adamın organize etmesi başarmıştır. O birkaç kişinin zihniyeti, organize edilmekle bütün bir ulusa, hem de görev, vatan millet anlayışıyla empoze edilmiştir. Aynı şeyler günümüz Almanyasında yine yaşanıyor ama konumuz bu değil. Hâlbuki organize edilmemiş olsaydılar, bütün bu negatif duygular ancak bir avuç adamla birlikte yok olup gidecekti. Peki, o bir avuç adam iyi olsaydı ne olacaktı? Önce şu soruyu soralım: “İyi insan var mı?” Günahlarımızdan ötürü yeryüzünde böyle bir insan yok demedik mi? Bunu da açıkça Allah söylüyor.(Mezmurlar 53:2-3) Hem iyi niyetli olsalardı bile en fazla yine dünyamız gibi olurlardı. Yeryüzümüzdeki hangi devleti, ülkeyi ya da ulusu insanlığa örnek diye kim gösterebilir? “Her vatanını milletini seven” mi diyorsunuz. Olabilir de ben burada tarafsız ve üstün Tanrısal insani değerlerden bahsediyorum, taraflı, bencil bir körlüğü savunmuyorum.

Bütün gerçekler böyle ise, gel de sen insanlığı Allah’a yaklaştıracağım diye organize et! Diyorum ya, bu organizasyon zihniyeti insanlığı daima yok etmiştir. Top yekûn hâlâ yok olmadıysak, birinci ve en büyük neden Allah, ikinci neden de insanların tamı tamına o organizasyonların emirlerini dinlemediklerinden; inisiyatiflerini, vicdanlarını kullandıklarından dolayıdır. Bir de genelde devletlerin kanunları dinciler gibi adamın kanına, donuna, böbreğine, ruhuna kadar girmiyor, zaman zaman serbestlik veriyor. Bu da yok olma işinin müddetini uzatıyor. Yani yavaş yavaş acıtıp işkence ediyor. Hani çok kuvvetli bünyeye sahip birinin kanser olması gibi. Kanser hastayı öldürecek öldürecekte, sağlam olan bünyesi zamanı uzatıp hastaya ancak daha çok acı çektiriyor, hepsi bu.

Başka benzer örneklere ise Muhammed’in ölümünden sonra Müslümanlıkta rastlıyoruz. Eğer Muhammed Şeytan tarafından esinlenmiş olsaydı, Müslüman olanlara muhakkak ki daha yaşamında bu organizasyon fikrini aşılardı. Ama hayır, “kim başa gelecek” kavgası ölümünden sonra başlıyor. Muhammed böyle bir şeyi ne istedi ne de “yapın” dedi. Bu yüzden hâlâ Müslümanlar bir savaş içindedir. Mezhepler, ayrılıklar, nefretler, kan dökmeler, hâlâ bu başlarına bir başkan koyup organize edilmekten yana olduklarından kaynaklanır. Amaç, birlik adı altında insanları kendilerine köle etme isteğidir. Allah’a değil, kendi arzularına. Çünkü Allah kendisine yürekten gelen bir tapınma ister diye defalarca söyledim.(Çıkış 25:2; Yuhanna 4:23-24) Bunlar ise yine, insan yüreğine, fikrine, imanına, vicdanına, sevgisine, bilgisine, Allah’a verdiği değere falan hiç bakmaksızın, sırf kendi hedefledikleri amaca ulaşmak isterler. O tasarladıkları amacın ne olduğunu da bir onlar bir de Allah bilir. Ama o eşek üyeler bunu bir türlü bilmez ve bilmek de istemez. Bütün bunların arkasında da yatan Şeytandır. Dediğim gibi onun için birkaç kişiyi yönetmek, birkaç yüz milyonları yönetmekten daha kolay olduğundan, her şeyi daima organize etme yöntemine başvurmuştur. Bu kelime altında insanların zihninde tertipli, düzenli, başarılı olmak gibi çağrışımlar yaratması da onun bir ustalığıdır. Öyle ya, organize etmek deyince sizlerin zihninde ne çağrışıyor?

Yazmış olduğum bu yazılar ile ben “insanlığı kendi haline bırakın ve herkes ne isterse onu yapsın, veya yapmasın, kessin, assın, çalsın vursun” demek istemiyorum. ‘’İnsanların her duygusu, düşüncesi, iradesi, zekâsı ve karar verme yetenekleri daima doğrudur ve kusursuz çalışıyordur’’ da demiyorum. Organizasyon düşüncesine karşı gelmek, kanunsuzluğu savunuyor demek değildir. Eğer bir doğruluk varsa, yapılması gereken bir şey yapılmalıysa, bütün bunların ardında da Allah’a yaklaşmak ve O’nu sevmek hedef ise, bu kesin kez organizasyon şeklinde olmaz ve olamaz diyorum. Kısa bir müddet için, ancak onları dışarıdan seyredenlere karşı başarılı gibi gözükebilirler. Fakat aslı ve içi gizlilik, ikiyüzlülük, sahtekârlık, gösterişle doludur. Bu özelliklerle de Allah’a yaklaşılmaz, ama O’ndan kesin kez uzaklaşılır.

Olabilir, belki bizler de Allah’a iman konusunda bir organizasyon şeklinde çalışan dine, mezhebe veya tarikata üye olabiliriz. Fakat herkes eski günahkâr ve yanlış kişiliğini kendinden olduğu gibi atmalı. İsa’nın: “Kim arkamdan gelmek isterse, kendini inkâr etsin, ve her gün haçını yüklenip ardımca gelsin” dediği gibi. (Luka 9:23)

Bu konuda sadece ve sadece Allah’a verilmesi ve gösterilmesi gereken sevgiyi, itaati, güven ve imanı, bir organ gibi çalışmayı hedeflemiş, organizasyon şeklinde işlevini sürdüren kuruluşlara vermek, bence insanlığa yakışmaz.

Muhakkak bir boyunduruk var. Yani tarlayı sürmek için, ya da arabayı çekmesi için o hayvanın boynuna takılan şeye boyunduruk deniyor. Bunun bir yük olduğu tabii ki kesin. Kim boynuna boyunduruk takıp yük çekmek ister? İsa Mesih bu gerçeği şöyle dile getiriyor:

“Ey bütün yorgunlar ve yükü ağır olanlar! Bana gelin, ben size huzur veririm. Ben yumuşak huylu ve alçak gönüllüyüm. Boyunduruğuma girin ve benden öğrenin, böylece canlarınız huzur bulur. Boyunduruğum kolay taşınır, vereceğim yük de hafiftir.” Mat 11:28-30

Şu gerçeği tekrar ve tekrar hiç bir zaman unutmayalım; muhakkak ama muhakkak Allah insanları kendisine ihtiyaç duyacak bir şekilde yarattı. Yani hiçbir yaratık Allah olmadan varlığını sürdüremez. Bu sadece Allah’a ait bir özelliktir. Bazı insanlar: “Ben özgür olacağım” derken, bütün boyundurukları kırmaya çalışırlar. Böyle saçma bir şey olamaz. Hiç kimse o anlamda yeryüzünde özgür değildir. İster krallar, ister köleler olsun, hepsinin taşıması gereken boyundurukları vardır. Her insan bir devlet yönetimi altında yaşıyor. İstese de istemese de o yönetime vergi veriyor, yasalarına uymak zorunda. Yine ister hoşuna gitsin ister gitmesin o kişiler tarafından yönetiliyor. Yöneticiler için de durum pek farklı değildir. Onların da hesap vermesi gerekenler olup, birbirlerinden de ödleri kopar. Aralarındaki özgürlük aç kurtların savaşına benzer. Her ne kadar kendilerini halkın sırtında taşıtıyorlarsa da, onlar da tam bir özgürlüğe sahip değillerdir. Hatta bazen sıradan insanlardan çok daha köledirler. Dışarıya rahatça bir hava almaya bile çıkamazlar. Kısacası kim olursak olalım, bunlar insanlara otomatik olarak doğuştan veya sonradan koyulan yükler. Doğru mu yanlış mı diye bir konuya girmek istemiyorum; ancak bununla olan bir gerçeği belirtmek istiyorum. Mesih İsa bu gerçeği bildiği için, “benim boyunduruğuma girin ve benden öğrenin, canlarınız huzur bulur” diyor. Dediğim gibi bazı boyunduruklar var ki bunları insan zaten mecburen taşıyor. Verilen vergiler, yaşam mücadelesi, askerlik, aile, okul, işyerindeki yükümlülükler vs. gibi. Fakat bunlardan hariç yüklendiğimiz başka yüklerin içinden de hangi yükü seçeceğimiz konusunda genelde bir hürriyete sahibiz. Nedir bu üstüne üstlük özgürce yüklendiğimiz yükler? Mesela evlenmek, çocuk sahibi olmak, birtakım kuruluşların içinde aktif görevler üstlenmek vs. En önemlisi ise bir dine ait olmak. Bu hürriyeti dahi her zaman vermeseler bile, yine de seçebiliriz. Bu yüzden dikkat ederseniz İsa Mesih “boyunduruğuma girin” diyor. Bu, kişinin özgür bir iradeyle yapması gereken bir şeydir. Yoksa “girin” demezdi, “ben size boyunduruğumu takacağım” derdi. Birinde özgürce olurken, öbür ifadeye göre mecburiyetle, ya da o kişinin fikri ve isteği sorulmadan yapılır. Bizlere ise böyle sorulmadan, zorla, burada saymadığım birçok boyunduruklar daha doğuştan takılmıştır.

Allah ise özgürlük veren bir Allah olduğu için, kullarının da O’na zorla değil, severek gelmelerini ister. Organize yoluna ise hiçbir zaman başvurmaz. İncillerde İsa Mesih hakkında okuduğumuz zaman, O’nun binlerce halka verdiği konuşmalar olsun, yaptığı yardımlar olsun, yine binlerce insanı yedirip doyurması olsun, hiç biri organize edilmiş bir şekilde gerçekleşmemiştir. Tam tersine, bu olaylar daima o an, beklemeden ve insanların kendi istekleriyle cereyan ediyordu. İsa kimseye randevu vermedi. “Bugün gidin şu gün gelin” de demedi. Hele öğrencilerine baskıyla, tehditle, kaba kuvvetle bir şey yapmalarını ve kendisini takip etmelerini, hiç mi hiç istemedi. Ne de onları böyle bir zorunluluğun altına soktu. İnsanlara verdiği değeri onlara sorduğu sorulardan da anlayabiliriz. Amacı insanların kendi yeteneklerini kullanarak gerçekleri görmelerini sağlamaktı. Kendisine gelen hiç kimseyi kovup boş çevirmedi. O’nu istemeyip terk edenleri ise yine kendi iradelerine bıraktı. Çünkü baskı yapmak istese Allah’tan daha iyi baskı yapabilecek biri olabilir mi? Kuvvet ve kudrette eşi benzeri olmadığını herkes biliyor. Yok eğer korkutmak ise, bu konuda yine en büyük üstünlük her zaman Allah’ındır. Daha doğrusu Allah’ı neye benzetip, kimle kıyaslayabiliriz? Hiç kimseyle, çünkü eşi benzeri yoktur. Rab bizi kendi suretinde yaratması ile biz yaratıklarına kendine benzer yönlerinden, özelliklerinden vermiş oldu. Herkesin de kabul edeceği gibi, yaratıcı hiçbir zaman yaratık ile kıyaslanamaz. Bizler ise Allah adına insanlara baskı yapmakla O’nu mu koruduğumuzu sanıyoruz? Ya da hararetle O’nu mu temsil ettiğimizi sanıyoruz? Başkalarına cezalar verirken, O mu bizi hâkim olarak atadı diye görüyoruz? İşlerimizle, sözlerimizle, yürek tutumumuzla, yaşantımızla, hem de O’ndan o kadar uzakken. (Matta 14:13-21 ; 15:29-39 ; 20:29-34 ; Yuhanna 6:66-69)

Bütün bunların yanında, her ne kadar Allah bizleri özgür iradeyle kendisine çekmek istiyorsa da, kendisine gelmeyip, O’nun düzeninden nefret edenleri de mecbur tutmayacak, ama muhakkak bir gün yok edecektir. Bu konuda şu sözler yazılı:

Çünkü beni bulan yaşam bulur, ve Rabbin beğenisini kazanır. Beni göz ardı eden ise kendine zarar verir, her benden nefret eden, ölümü seviyor demektir. Süleyman’ın Özdeyişleri 8:35-36

Peki, İsa Mesih göklerde kral ve 144 bin seçilmiş olanlar -ki bu sayı da sembolik olabilir-, krallar ve kâhinler olarak kendisine yardım edenler ile yeryüzünü cennet haline getirme görevi, bu da bir organizasyon şekli değil midir?  Bunun çok güzel cevabını İsa’nın kendisinden dinleyelim:

Artık size kul demem; çünkü kul efendisinin ne yaptığını bilmez fakat size dost dedim; çünkü Babamdan işittiğim bütün şeyleri size bildirdim. Yuhanna 15:15

Onlar insanlarla beraber bu anlayış çerçevesinde dünyayı cennet haline getirmek için görev alacaklar. Bu görev ise onların yüreklerinde yazılı olacak. Organize edildikleri için değil. Hangi organizasyon yukarıda İsa’nın söylediği gibi bir yaklaşıma sahiptir?

Aklınızdan en basit bir işi düşünün. Belki de biz alışıla gelmiş bilgimiz ile: “O iş organize edilmez ise bir türlü olmaz ve de gerçekleşmez” diyoruzdur. Unutmayalım ki bizler için imkânsız gibi gözüken şeyler Allah indinde mümkündür. Ben burada örnek vermek açısından, hayalinizde çok küçük her hangi bir iş olsun dedim. Mesela bütün dünyayı cennet yapma işi de mi küçük bir iş? Değil, bunu da kimse iddia etmez. İşte bu görevi Allah, ta başlangıçta Âdem ve Havva’ya verdi. Onlara ne dedi? Onları nasıl organize etti? Ya da onlar bu işi yaparken nasıl organize edilecekti? Ne yazıyor yerinden okuyalım:

Allah onları mübarek kıldı; ve Allah onlara dedi: Semereli olun, ve çoğalın, ve yeryüzünü doldurun, ve onu tabi kılın; denizin balıklarına, ve göklerin kuşlarına, yer üzerinde hareket eden her canlı şeye hâkim olun. Tekvin-Yaradılış 1:28

Bütün bu bir cümlede söylenilen bu koskoca emri onlar nasıl yerine getirecekti? Organize edilerek değil, sevinçle. Çünkü onların yüreklerinde ve zihinlerinde bu emri yerine getirecek şeyler tabiatıyla zaten yazılıydı. Onlar ancak kendilerini zorlayarak, sahip oldukları bu özellikleri bırakıp, maalesef itaat etmediler. Hepsi bu.

Ayrıca Allah insanı yarattığında, birbirinizin üzerine hâkim olun demedi. Mukaddes Kitapta: “Gün gelir insanın insana olan egemenliği kendine zarar verir” diye yazar. (Vaiz 8:9) Yine:

“...Çünkü ALLAH sevinç ile vereni sever” der. (2.Korintoslular 9:7) Bunu organizasyon zihniyeti başaramaz.

Mademki bu onların zihinlerinde ve yaratılışlarında vardıysa, neden onlar itaatsiz oldular? Öyle ya, yerinde bir soru.

Aslında ilk insanlığın bu örneği dahi, Allah’ın onları organizasyon düşüncesinde yaratmadığını ispatlar. Çünkü onlar emir yerine getiren robotlar değildi.  Soruyla ilgili bir neden de onların aldatılmalarıydı. O emri çiğnemek için de kendilerini zorlamaları gerekiyordu. Zorladılar ve de çiğnediler. Yaptıklarını ve yapacaklarını, özgür bir iradeye sahip olarak gerçekleştireceklerdi. Hem Allah’ın isteklerini uygulamakta hiç de öyle zorluk çekmiyorlardı, tam tersine. Onların başlarına gelen zorluk da, acı da, itaatsiz olduktan sonra hâkim oldu. Allah’ın vaatlerinden uzaklaştılar ve ancak mutsuz oldular. Ebediyen mutlu yaşamaları ve yeryüzünü cennet haline getirip ona hâkim olmaları da artık söz konusu olamazdı. Peki, Âdem’in itaatsizliği ile bu ümit yok mu oldu? Hayır. Bakın Allah organize etmeden, ölüler diriltildikten sonra bu yeryüzümüzü tekrar nasıl cennet haline getireceğine dair neler diyor? Yukarıda verdiğim bu ayeti tekrar yazacağım:

...Şeriatımı onların içlerine koyup, yürekleri üzerine onu yazacağım; ve ben onlara Allah olacağım, onlar bana kavm olacaklar. Yeremya 31:33b

Organizasyondan yana bir Allah olsa idi yürekleri üzerine onu yazacağım demezdi, bütün organizasyonların yaptığı gibi “onları kanun kitaplarına yazdıracağım” derdi. Âdemin günah işlemesinden sonra Allah bu gerçek doğrultusunda Şeytana, aynı zamanda da insanlığa ve meleklere peygamberlik niteliğinde sözler söylüyor ve diyor ki:

Seninle kadın arasına, ve senin soyunla kadın soyu arasına düşmanlık koyacağım; o senin başına saldıracak sen onun topuğuna saldıracaksın. Tekvin-Yaradılış 3:15

Biliriz ki topuğa saldırılması can yakar, başa saldırmak ise öldürür. Şeytan ile ilgili bu peygamberlik açık ve net anlaşılır bir son demektir. Bazılarının öğrettiği gibi, sanıyor musunuz ki Allah Âdemin ve Şeytanın ne yapacağını bilmiyordu da birden gördüğü şeylerden dolayı paniğe kapıldı?!  Böyle komik öğretiler yayan dini organizasyonların başında Şahitler var. Hâlbuki Şeytanın insanlıkla ilgili iddiasında, Allah güvenle, hiç şüphe etmeden ki, -Allah zaten şüphe etmez, çünkü bütün gelecek yaratıcımızın gözüne açık ve nettir,- bu yüzden Şeytana: “o senin başını ezecektir” diyor. Allah şüphe etse: “Ben senin başını ezeceğim” derdi. Fakat Allah yaptığı işten emin. Biz de emin olabiliriz, çünkü O’nun vaatleri gerçekleşecektir. Bütün bunlar da organize edilmiş bir biçimde değil, Allah’ın plânladığı bir şekilde. O ise plânını, yarattıklarının zihnine ve yüreklerine yazarak gerçekleştireceğine, okuduğumuz gibi söz veriyor. Eğer bu yaratıklarının zihninde ve yüreğinde yazılı olmasaydı, o yılanın başının ezileceği de yalan bir peygamberlik olurdu. Daha işin en başında Allah bunları söylüyor ise, demek ki O bizlerin içine ve yüreklerine ne koyduğundan emin. Şimdiye kadar hiç Allah’ın yalan peygamberlikte bulunduğu görülmedi ve duyulmadı. Kitapları araştırıp bakın, varsa bana da söyleyin.

Bir şey yürekten gelerek yapılırsa mı daha iyi, daha güzel ve de en önemlisi daha mutluluk verici olur; yoksa emirle, baskıyla, korkuyla mı? Tabii ki yürekten gelerek diyoruz. İşte bu Allah’ın düzeni. Var mı bunu yapabilecek, başarabilecek bir organizasyon?  Hikmetli Süleyman Allah’ın ruhuyla ne dedi?:

İnsan korkusu tuzak kurar; fakat Rabbe güvenen emniyette oturur. Süleyman’ın Meselleri 29:25

Demek ki Rabbin organizasyon düşüncesine ne kadar karşı olduğunu anlamak hiç de zor değil. Organizasyonlar, tehditle, baskıyla, zorla, gizlilikle, korkutarak o insanlar üzerinde hâkimiyetini kurup, onların sırtına binerek hedeflerine ulaşmak isterler. Hedef de, sırf kendilerine, doğru mu yanlış mı diye tam olarak kendilerinin bile bilemedikleri amaçlarına hizmet ettirmektir. O peşlerine taktıkları insanlar değil de, sırtlarına bindikleri ve eşek yerine koydukları insanlar diyeceğim, işte onların da daima eşek kalmalarını ve ayaklarının üzerlerine doğrularak dört ayaküstünde yürümekten kurtulmalarını hiç istemezler. Tersini iddia edecekseniz, yine düşünüp de ispat edin! İnsanlar tutturmuşlar: “Ne olur bizleri yöneten bizim gibi birini başımıza getirin” ya da “bizi başınıza getirin bak biz sizleri ne kadar iyi yönetiriz ve de bütün inancınızı, düşüncenizi, aklınızı, canınızı bize bırakın. Korkmayın biz bunun hesabını veririz” diye diye insanlık da büyük bir zevkle bu işin adına organize edilmek demiş. Bir de kendilerini, “organize edilmeden hiçbir şey olmaz” diye inandırılmışlar. Bir yerde iki kişi mi çalışıyor, başlarına onları organize edecek üçüncü kişiyi dikmişler. Böyle ne kadar çok organizatörler vardır bilir misiniz? Fakat insanlık da bu duruma o kadar alışmış ki, onların başlarına birini koymazsan, onlar da hiçbir şey yapmaz olmuşlar! Organizasyon taraftarları ise bunu görünce bas bas bağırıyorlar: “Gördünüz mü bak, biz olmazsak hiç bir şey yürümüyor” diye.

Allah’ın peygamberleri ve Mesih organizasyon düşüncesinden ve tavrından çok uzaktır. Konumuzu anlatırken de sık sık dediğim gibi, Allah’ın böyle mutsuzluk getirecek, insandaki gelişmeyi önleyecek bir baskı rejimine ihtiyacı olmadığı gibi tam tersine, yaratıklarından yeteneklerine göre sevinçle vereni ve yapanı sever. Ancak o zaman her insanın sahip olduğu yetenek ortaya çıkar. Organizasyon zihniyeti ise bütün herkesteki yetenek, bilgi ve inanç gibi değerleri boğup yok edip, onları bir kaç insandan kaynaklanan zihniyette toplamak ister. Bunu da çok büyük bir başarı diye görür.

Peki, neden organize edilmiş şeyleri hep baskı gibi görüyoruz?

Yalnız ruhi konularda değil, aslında herhangi bir iş üzerinde dahi insanları organize etmek çoğu zaman sevinç vermez. Çünkü yapılan bir plan uygulamaya sokulduğu zaman, bu işte çalışması gerekenleri organizasyon belirler, kişilerin kendileri değil.  Organizasyonlar da o insanları yalnız organlar gibi düzenlemekle kalmazlar, organlar gibi çalışmalarını ve işlemelerini de beklerler. Hangimizin kalbi konuşsa da ve “ben bugün atmak istemiyorum” dese müsaade ederiz? Ya da böbreklerimiz, “ben iki hafta izine çıkacağım” derse memnunlukla karşılarız? Organlarımızdan beklediklerimiz onların mümkünse daima ve hiç teklemeden, sadece bizim arzumuza göre çalışmalarıdır. Çünkü bu bizler için hayat demektir. Böyle bir beklenti ancak cansız şeylere, organlara, makinelere, araç gereçlere karşı gösterilebilir ama insana asla değil. Bu insanı küçültür mü? Bilakis, onu değerli kılar. Robotlar insandan ne kadar daha çok çalışsa da, ne kadar çok bilgiyi içlerine depolayıp, uyku, tuvalet, gibi ihtiyaçları olmasa da, robotu yapan ve icat eden insan ondan çok daha üstündür. Siz hiç gülen böbrek, sevinen ciğer, sevgisini gösteren dalak, makine, bilgisayar, motor gördünüz duydunuz mu? Delimiyiz ki böyle şeylere inanıp bunlar hakkında konuşalım. Fakat insanları bir amaç için organize etmek demek, onların sevinçlerini alıp, elde etmek istediğimiz ne ise onun da kalitesini sıfıra indirmeye uğraşmak demektir. Bütün icat olunmuş faydalı şeyleri bir düşünün. Bunları icat edenlerin hemen hemen hepsi özgür olarak o şeyleri bulmuşlardır. Zaten baskı altında tutmayla, zorla, tehditle icat edilen şeylerin insanlığa faydasından çok zararları olmuştur.

Bir organizasyona giren kişinin bu yoldaki gayreti başlangıçta özgürce ve çok istekli olsa bile; bu ne kadar süreyle böyle gider? Muhakkak bir gün gelip yaptığı o şeyler gözünde monotonlaşacak, verdiği değer, gösterdiği saygı ve sevinci yok olacaktır. Allah ise isteksiz, kötü yürekle verenin elinden kurbanını dahi kabul etmek istemiyor. (Tekvin:4:4-5)    Organizasyon ise bu gibi şeylere bakmaz. Onda sayı, kuvvet, rahatlık, başarı denilen güç, istatistik gibi rakamlar vardır. Ruh ve sevgi, merhamet, bağışlamak onlar için ölüdür. Fiziksel, yani dıştan görünen şeylere bakar ve değer verirler. Hem dünyamızda kendilerini organize etmiş tek kuruluş olarak bir Yehova Şahitleri yok ya. Dünya kurulduğundan ve günah dünyaya girdiğinden beri insanlar kendilerini organize etmek için çabalamışlardır. (Tekvin-Yaratılış 11:1-9) Yeryüzümüzün tarihine ve insanlığa şöyle bir bakın. Neleri nasıl düzenlemiş olarak ne kadar mutluluk elde ettiklerine sizler karar verin. Ben inanıyorum ki cehennem diye bizleri korkuttukları yer bir daha bu dünyamız gibi olmayacaktır.

Bütün bu bilgilerin ışığında hâlâ eğer bir organizasyonun ışığına güvenerek yanlış yolda gitmeyi, tek başınıza doğru yolda gitmeye tercih edecekseniz, tabii ki bu sizlerin bileceği bir şey. Şu ayeti de unutmayalım:

Rab şöyle diyor: İnsana güvenen, ve insanı kendisine kuvvet edinen, ve yüreği Rabden ayrılan adam lanetlidir. Çünkü çöldeki ılgın ağacı gibi olacak, ve iyilik geldiği zaman görmeyecek, ancak çöldeki kurak yerlerde, kimsenin oturmadığı tuz diyarında oturacak.  Ne mutludur o adam ki, Rabbe güvenir, ve onun güvendiği Rabdir. Çünkü suların yanına dikilmiş ağaç gibi olacak, o ağaç ki ırmak kenarında köklerini salar, ve sıcak gelince korkmaz, ve yaprağı yeşil olur, ve kuraklık yılında kaygı çekmez, meyve vermekten geri kalmaz. Yeremya 17:5-8

Eğer mantıklı düşünecek olursak, Allah organizatör bir Allah olsa idi, daha başlangıçta Şeytanın kendisine başkaldırmasını cezasız bırakır mıydı? Âdem’i, ya da ilk cinayeti işleyen oğlu Kain’i, öldürüp yok etmez miydi? Tam tersine, Kain Allah’a. “...vaki olacak ki her kim beni bulursa öldürecektir” (Tekvin 4:14-15) demesi üzerine Allah: “Bunun için Kaini her kim öldürürse, ondan yedi kere öç alınacaktır” der ve Kaini kim bulursa vurmasın diye üzerine bir nişane koyar. Hâlbuki bir organizasyonun planı olacak ve bu planı uygularken önüne bir engel çıkacak! O organizasyonun da sınırsız gücü olacak! Ne yapar? Ezer geçer. Organizasyon aynı öldürücü bir virüs gibidir. Hızla yayılmış ve dünyayı etkisi altına almış olmasını başarı olarak görmeyin.

Son olarak şunu da belirtmeliyim ki yazdıklarım yanlış anlaşılmasın. Sahip olduğumuz kusurlu, günahkâr, kötülüğe yatkın olan özelliklerimizden dolayı her ne yapılırsa yapılsın organize edilmenin ille de gerektiğine inanmasam da fakat yapılabilir. İnsanların yaşadıkları kısa ömürlerinde sabırsızca hızla elde etmek istedikleri şeylerde en kolay yol bu gözüküyor. Hatta bu dünya sisteminde bazı şeyleri organize etmek zorundayız bile diyorum. Çünkü bütün dünyayı doldurmuş bu sisteme karşı gelemeyiz. Fakat tekrar ve tekrar söylüyorum ki, bütün bunlara rağmen organize edilerek hiç kimse Allah’la arasında iyi bir ilişki kuramaz, kimseye de kurduramaz. Allah’ın kendisine gelenlerden beklediği ve en önem verdiği şey, kendisine özgür olarak sevgi ve sevinçle yaklaşmamızdır. Bunun dışındaki korkular, baskılar, tehditler, saat yazmalar, meydanlarda gösteriş yapmalar, cenneti garantileyeceğiz diye kendimizi kandırarak gece gündüz ibadetler, ellerinde Mukaddes Kitapla, Tevratla, Kuranla: “Bizden başka kimse kurtulmayacak onun için bize gelin” diye kapı kapı koşuşturmalar ve daha sayamayacağım bir sürü terbiyesizce, kendini beğenmişlikten kaynaklanan tutum ve davranışlar Yaratıcımızın gözünde mekruhtur. Organizasyonlar Allah’ın gözünde mekruh olan her şeyi başarırsa da, gerçek bir sevinç ve hürriyet vermeyi, bu vasıtayla insanları Allah’a yaklaştırmayı başaramaz. Hiçbir zaman hiçbir devirde de başaramamıştır, hiçbir zaman ve hiçbir devirde de başaramayacaktır.

Rabbin vaadine göre, bütün yeryüzünü Şeytandan uzak ve organizasyonsuz, sevinçle cennet haline getirilecek zamana ve hedefe doğru, kendi şahsiyetimizle koşmak ve ruhen tembellik etmemek; işte bize düşen insanlık görevi bu. Bunları Allah yeryüzünü yaratmadan önce planladı. Bu planı da Allah organizatör bir şekilde değil, baskı altında tutmadan, bütün yaratıklarının mutlu, hür ve sevinçli olacağı bir biçimde yerine getirecektir. Bütün yürekleri Rabde olanlar, keşke cesur ve yürekli olarak sadece O’na güvenseler.

Baş Sayfa