ANASAYFA

Din MAFYALARI (Kitap)

ÖNSÖZ

KRONOLOJİ

  BÜTÜN   DÜNYADAKİ KAVMLARA

İkinci Bir İspat

ORGANİZASYON ve  ALLAH

Belki Dinlerler

MAHKEME TUTANAKLARI

Organizasyona bir Mektup

AH ŞU ONLAR     YOKMU!

ALLAH BİZİ Mİ KULLANIYOR?

MUSEVİ    HIRISTİYAN MÜSLÜMAN

İnanan ve İnanmayanlarla Sohbet

NEDEN İKİYÜZLÜLÜK !

BİZ NEREYE GİDELİM?

Çok Önemli Bir Gün

 Sadakat

Suçunu İtiraf Edecek!

Gerçeklerden nefret ediyoruz

SİTEMAP

Sadakat

Anasayfa Din MAFYALARI Kronoloji Sitemap

Sadakat

Sadakat: İçten bağlılık, sağlam, güçlü dostluk, vefalılık.

Sadık: 1. Doğru, gerçek. 2. Dostluğu ve bağlılığı içten olan, sadakatli

Anlamı güzel olan bu sadakat kelimesinin aynı zamanda çok da tehlikeli bir hale dönüştürülebilir bir özellik olduğunu da biliyor muydunuz? Bırakın tehlikesini, çok da çirkin olabilir. Hiç bu açıdan bakmamış ve anlamamıştım mı diyorsunuz? Evet, iyi olan her şey bozulup, değiştirilip, eğrilip, böğürülüp, çirkinleştirilip önümüze konulur, beynimize sokulur; güzellikle, olmazsa da zorla yutturulur ya, işte bu da onlardan biri. Hâlbuki sadakat neden tehlikeli, zararlı veya çirkin olsun ki?

Aslında bu sadakat konusu üzerine binlerce sayfa yazılar yazılır, yüzbinlerce eşsiz örnekler verilebilir. Ben yüzeysel bir şekilde yazıp, mümkün olduğu kadar da kısa tutmaya özen göstereceğim.

Sözlük anlamlarına bakıldığı zaman hayranlık uyandıran bu sözün tam zıt karşıtı ayrılık diye veriliyorsa da, insanlarda, hain, nankör, korkak, güvenilmeyen, kaypak, sahtekâr gibi çağırışımlar da uyandırır. Sadakat gibi güzel özelliklerin yanında kim böyle olmak ister ki? Bu özellik hem hayvanlarda hem de insanlarda var. Yani otomatik doğuştan sahip olduğumuz bir değer dersek, hiç de yanlış olmaz. Her değer gibi, ya yıpratılır, ezilir, çiğnenir, yok edilir veya geliştirilip, güzelleştirilir, faydalı olup, huzur ve güven verir.

Hayvanlar hakkında birçok hikâyeleri, yaşanmış binlerce harika örnekleri vardır. Bu sadakat konusunda onların gösterdiği bağlılıkları; romanlara, filmlere, efsanelere konu olmuştur. İnsanlığa binlerce sene hizmet etmiş atın sadakati, onun korkusuzca savaşta mızraklara, kılıçlara, bombalara karşı göz kırpmadan dörtnala koşması, gerçekten akıl mantık almaz. Bu konuda Allah Eyüp’e şöyle der:

Sen misin ata gücünü veren, dalgalanan yeleyi boynuna giydiren? Onu çekirge gibi sıçratan? O at ki, gururla burnundan soluması dehşetlidir. Toynaklarıyla ovayı eşeler, tüm gücüyle sıçrar, silahlıların üzerine yürür. Dehşete güler geçer, yılmaz; Kılıcı görünce dönüp kaçmaz. Mızrağın ve kargının ucu, ok kılıfı, üzerinde takırdar. Yeri inleterek heyecanla yutar mesafeleri, boru sesini duyunca kulaklarına inanamaz. Boru öter ötmez “He-hey!” diye kişnemeye başlar, savaşın kokusunu uzaktan duyar, komutanların gürlemesini ve savaş çığlıklarını da. Eyüp 39:20-25

Bunlar hayret uyandıran ve gerçek sözler. Attan sonra köpekten bahsetmemek ise hiç olmaz, çünkü köpeğin sadakati de çok meşhurdur. Aslında hayvanlardaki sadakati incelerken insanlarınkinden çok farklı yanlarını görmemek de elde değil. Hatta çoğu zaman onların sadakati maalesef insanlardan daha bir erdemli. Örneğin bir köpek veya atı ele alacak olursak, onlar sahiplerinin cinsiyetine, rengine, dinine, inancına, güzelliğine, fakirliğine, zenginliğine, milliyetine, bayrağına, bilgisine, gösterişine, kariyerine, gücüne ve benzeri şeylerine bakmadan sadıktırlar. Onlar bu gibi konularda kördür dersek yeridir. Biz insanların ise çok değer verdiği bu şeylere hayvanlar hiç tenezzül bile etmez. Peki, insan hayvandan daha üstün özelliklerle yaratılmadı mı? Allah şöyle söylüyor ve diyor:

Allah, ‘Yeryüzü çeşit çeşit canlı yaratık, evcil ve yabanıl hayvan, sürüngen türetsin’ diye buyurdu. Ve öyle oldu.  Tanrı çeşit çeşit yabanıl hayvan, evcil hayvan, sürüngen yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü. Allah, ‘İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım’ dedi, ‘Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun.’ (Mukaddes Kitap-Yaratılış 1:24-26)

Burada açıkça Allahın kendi özelliklerini yeryüzünde sadece insana verdiğini okuyoruz, hayvanlara değil. Öyle ise biraz önce bahsettiğim değerleri dünyamızdaki gerçekler ile kıyaslayınca, neden hayvan insandan daha üstün bir görüntü sergiliyor? Yukarıda saydığım tüm o şeylerin hiç birine bakmadan sadakat gösteren hayvanın yanında insan, tüm dikkatini o şeylere; yani, cinsiyetine, rengine, dinine, inancına, güzelliğine, zenginliğine, fakirliğine, milliyetine, bayrağına, partisine, bilgisine, gösterişine, kariyerine, gücüne, hatta tuttuğu takıma kadar ve benzeri şeylerine bakarak sadık olmaya daha çok yatkındır. Burada bir yanlışlık olmalı. Allah mı yanlışlık yaptı da insana vermesi gerekenleri hayvana, hayvanlara vermesi gerekenleri de insana verdi? Bu saçma bir soru tabii ama saçmalığın altında ciddi düşünmemizi gerektiren bir dürtü var. 

  • Sadakat konusunda sorulması gereken asıl soru şu olmalı: -Kime, neye/nelere ve ne için sadık olunmalıdır?

Gerçekten, kime/kimlere sadık olmalıyız ve bu ne anlama gelmeli? Sadakat göstermek için ne yapılmalı? Nasıl sadık olunur?

Akla gelen en basit türü evli çiftler oluyor. Eşlerin birbirini aldatmaması, sadakat demektir. Hangi konuda birbirlerini aldatmamalılar? Sırf cinsel konularda, diğerleri o kadar önemli değil diye mi düşünüyorsunuz? Yalan söylemek, gizli davranışlar, içindeki asıl amacı değil de başka bir hedefe doğru gidiyormuş veya istiyormuş gibi sahtecilikle etrafındakileri parmağında döndürmek ve daha ne varsa. Tonlarca örnek verilebilir ama çok kişi için bunlar hoş olmasa da cinsel aldatma dışında oldu mu katlanılabilir gibi diye mi görülüyor? Bu saydıklarımı hangi çift birbirine yapmıyor? Kaldı ki cinsel ahlaksızlık yoluyla birbirini aldatmayan çift var mıdır demeyelim, şüpheler mutsuzluk getirir. Peki, sadakat bunların neresinde? ‘Sadık’ kelimesinin sözlük anlamında <<Doğru ve Gerçek>> sözleri geçiyor. Kim doğru veya gerçek ki, öyle bir aileye, topluma, milletlere ve dünyaya da sahip olalım? Benim anlatmak istediğim ve en çok vurgulamak istediğim sadakat biraz daha farklı yönde.  Aslında işin köküne inilmezse, yaptıklarımız ancak bir budama olur. Ne kadar budarsanız bir o kadar daha gür çıkar, daha bir dal budak salarak uzar. Eğer zararlı bir şey var ise, onu kökünden yok etmezsek, biraz oradan biraz buradan budamayla çok daha fazla kollar, dallar meydana çıkacak ve daha kuvvetli bir gövdeye sahip olarak uzayacaktır.

Sadakatte yalan, gizlilik, sahtecilik, hainlik, ego gibi şeyler yoktur ve olursa zaten o sadakat değildir. Kim birlikte olduğu kimsenin bu özelliklere sahip olmasını ister? Ne hırsızlar, ne katiller, ne de mafyalar bile içlerinden böyle birine tahammül ve müsamaha göstermezken. En uç kesimler bunlara tahammül edemiyorsa, doğal olarak kimsenin hoşlanmadığı şeylerden bahsediyoruz demektir. Hem, ‘hiç kimsenin hoşlanmadığı şeydir’ deriz, hem de dünyamız neredeyse sırf bu örneklerle doludur. Hem nefret ediyoruz ama hem de yapıyoruz. Bize yapılınca çılgına dönerken ama biz herkese yapıyor olabiliriz. Bu gerçeklerden kısacası şu sonucu çıkarabilir miyiz: „Herkes kendisine yapılmasından nefret ettiği şeylerden tümüyle vaz geçse, o zaman tüm insanlık birbirine zaten sadıktır” diyebilir miyiz? Tabii ki deriz. Çözüm çok basit mi oldu? Zaten öyle fakat istemiyoruz, bozuyorlar, bozuyoruz, menfaatlerimize, arzularımıza, öfkemize, egolarımıza, nefsimize ve en çok da bize korku veren baskılara yeniliyoruz. Herkes birbirini aldatıyor, yalan söylüyor, sırtından vuruyor, ayağına çelme takıyor, uçuruma ittiriyor, cinayetler, savaşlar, entrikalar bitmek bilmiyor. Dünyadaki haberleri her gün dinleyin, sırf bunlarla doludur. O maniple ettikleri, eğriltip, bozup, gizleyerek sundukları ve adına haber dedikleri şeylerin neredeyse tümü yine de bunları anlatır.

Diğer yandan da her ne olursa olsun sadık olan, gruplar, kuruluşlar, dinler, cemaatler, örgütler, organizasyonlar, partiler, çeteler, teröristler ile dolu bir dünyamız var. Kim veya her ne ise onlara sadık olup onların da sadakatine güven duymamız için tabii ki dili, rengi, ırkı, milliyeti, cinsiyeti, bağlı olduğu parti, tuttuğu takım, gücü, büyüleyici özelliği, kariyeri, yaptırım gücü, duyduğumuz minnetten dolayı olan borcumuz vb. gibi şeyler önemli rol oynayan faktörlerdir. Dünyamızdaki uygulamanın aynen böyle apaçık ortada olduğu zaten bir gerçek değil midir? Peki, bunun nesi yanlış?

İki veya üç arkadaş yolda birlikteyseler, bu onlardan birinin başkasına laf atması veya saygısızca, rahatsızlık veren davranışları veya birini herhangi bir şekilde mağdur duruma sokması sonucu ortam gerilirse, diğer o iki arkadaşın onun yanında duruş alması beklenir, haklı haksız bakılmaksızın. Onlara veya neredeyse herkese göre bu bir sadakattir! Birlikte çıktıkları yolda onu yalnız bırakmak ihanettir. Bu bağlılık zaten önce ailede başlıyor, okullarda o yönde eğitim veriliyor, iş hayatında ise kesin olarak bekleniyor, devletlerin, orduların, milletlerin ise mutlak beklentisidir. Baba veya anne ne yaparsa ve söylerse onlar hep haklıdır diye çocuklar büyütülür. Çocuklar yetişkin olunca ebeveynlere pek sadık kalmasalar da, ilk öğrendikleri o prensibi başkalarına göstermeye devam edeceklerdir. Bu da ya bir seçimle olur veya zorla. Yani kişi sadık olmak istediği kişileri, kurumları, dinleri, cemaatleri, organizasyonları, partileri, orduları, milletleri ya zevkine göre seçer veya şartlar gereği onların içinde büyümüşse veya çıkarları doğrultusunda sonradan içlerine girmişse, otomatik olarak onlara sadık kalmalıdır. Aslında bu iş alış verişe çok benzer. Ben sana verirsem sen de bana sadık olacaksın ve bu da, her dediğimi sorgusuz sualsiz ve itiraz etmeden yapacaksın demektir. Çok çeşitli türleri olduğundan onların detaylarına girmek istemiyorum, çünkü sorun kökte ve doğrusunu yapmak ise çok basit, kolay fakat bedeli çok ağır olabilir. Nedir bu sadakat konusunun doğrusu ve başlıktaki sorunun: Kimlere, nelere, ne için sadık olunmasının doğru cevabı?

Hayvanlar ile insan arasında büyük bir fark olduğunu Allah’ın sözlerinden yaratılış kitabından biraz önce okuduk. Allah insanı kendi benzeyişinde, suretinde yarattı. Allah hem insana hem de göklerdeki ruhi yarattıklarına yani meleklere kendi özelliklerinden verdi. Nedir onlar? Hikmet/Bilge, Adalet, Kudret, Sevgi ve tüm bu özellikler ile de Kutsallığı. Hayvanlarda var mı bu özellikler? Evet, zaman zaman ama hepsi bir arada değil. Örneğin bir köpek, sahibine sadıktır dedik ama o doğru-yanlış, iyi-kötü, adil-haksız, kutsal-mundar gibi ayrımlar yapmaz ve yapamaz. Eğitilirlerse yapar ama bu ancak sanki bir taklittir. Bilgeli, adil, kutsal oldukları için değil. Papağanın konuşması gibidir veya zekâ seviyesine göre, cinsine göre daha da ileriye gidebilir ama yine de insani özelliklere sahip değillerdir. Hayvanlara insani şeyler öğretmek için uğraş verir çok eğitiriz fakat işin komik ve acı yanı, insani özelliklerimizi ve o kutsal Allahtan aldığımız değerleri ise bırakıp, bozup, yok edip hayvanları taklit etmeye çalışırız. Hayvanların sahip oldukları yetenekleri eğitim ile daha bir duyarlı hale getirdiğimizi görür ve bunu neden insanlara da uygulamayalım deriz. Demekle kalmayız, hatta tüm dünyada insanlığa bu doğrultuda eğitim vermek için öyle sistemler geliştirmeye başlarız.  Kısacası aldığımız eğitimlerin kökünde hep hayvani sadakat göstermemiz amaçlanmıştır. Ne kadar tabiatıyla doğuştan iyi özelliklere sahip de olsak, ısrarla ve hiç yılmadan, yorulmadan, gerekirse şiddetle o özelliklerimiz bozulur, yıpranır, hatta yok olup hemcinslerimize karşı hain bir canavara bile dönüşebiliriz.

İnsanlar meraklıdırlar ve bu meraklarını kendi imkânlarıyla araştıranlara genelde deli, maaş alarak yapanlara da bilim adamları denir. 1950 ve 1960’lı yıllarda böyle bilim adamlarından bazıları insanlar ile hayvanları bir arada büyütmeyi denemişler. İnsanı bebekliğinden beri ya bir yeni doğmuş maymun veya köpek veya bir şempanze ile birlikte büyütmeye çalışmışlar. Bunları kendi çocukları üzerinde bile uygulamışlar. Yani adamlar bu işi kötü niyetle yapmıyorlar. Yavru maymun ile insan, köpek ile insan bir arada büyüyor ve incelemeler yapıyorlar. Yıllar geçerken, büyüyen ve gelişen o insan çok ilginç bir şekle dönüşüyor. Her deneyde de hayvanların Darvin’in teorisine göre insani gelişme göstermesi, yani tekâmül etmesi amaçlanmışsa da ne oluyor biliyor musunuz? Hayvan insanı değil, insan hayvanı taklit ediyor. Maymunsa eğer o beraber büyüdüğü hayvan, insan artık ayakları üzerinde doğrularak değil, maymunlar gibi elleri üzerinde yürümeye başlıyor. Köpekse eğer beraber büyüdüğü, elleriyle yemek yemiyor, yemeği, suyu kaptan sırf ağzını, dilini kullanarak yiyiyor, içiyor. Yerleri eşeliyor, acayip sesler çıkarıyor, hayvan gibi silkelenip, kaşınıyor. Çünkü insan eğitime muhtaç bir canlıdır, hayvanlar gibi içgüdüleri ile yaratılmamışlardır. Hayvanlar okula gidip, ders alıp, kitaplar okumadan kendisi için faydalı olanı yapar. Bu bilgilere onlar doğuştan sahiptirler, içgüdü denmesinin sebebi de bu. O bilim adamları deneylerin korkunç çuvalladığını gördükleri için devam etmez bırakırlar ama o çocuklar onlarca yıl geçmesine rağmen, bir ömür boyu bozuk davranışları yüzünden insan içinde sosyalleşemezler. Yıllarca verilen terapilerle ne kadar düzeltmeye çalışsalar da, bu insanların bozuldukları açıkça görünür. Ne yazık ki düzeltilmesi imkânsız bir şekle dönüşmüşlerdir.

Bu deneyler aşırı gibi gözükse de, dünya çapında insanlığın aldığı eğitim ve buna bağlı olarak davranışları, üzerlerindeki baskı, ortaya koydukları işleriyle siz de bir bozukluk olduğunu göremiyor olabilirsiniz. Hatta bu konuda o kadar kör de olunabilir ki, yüzyılımızı insanlığın altın çağı olarak gören çok samimi insanların var olmasına şaşırmayalım. Sahip olduğumuz teknoloji, bilgisayarlar, akıllı telefonlar ile dünya sanki cebimizdeymiş gibi gelebilir. İletişim ve çalışma şartları da eski köleci zamanlardaki kırbaç ile kıyaslandığında, eşekler, atlar, kağnı arabalarının yanında lüks otomobiller ile konserden daha güzel sesi çıkan kulaklıklar, hoparlörler ile müzik dinleyerek okula, işe gitmek tabii ki bambaşkadır. Bu altın çağı savunanlar da kesinlikle samimidir ve işte kurnazlık da buradadır. Amaç eğer Allaha benzer yaratılmış insanı bozmak ise, kurnaz olunması da şarttır. Köpeğe dönüştürülmüş insanlığın yaratıcısına benzer ne yanı olur ve bu O’nun amacına ne kadar uygundur? Bu sözler çok ağır olmuyor mu? Bakalım öylemi değil mi. Korkmayın, sonunda kararı siz vereceksiniz.

Biraz önce bahsettiğim, dünyayı o altın çağa benzetenler, bir buçuk milyardan fazla insanın kendi içme suyu ve tuvaletinin olmamasını göremezler. Böyle şeyler pek öyle duyurulmaz da. Mesela Almanya kendi ülkesinde yaşayan evsizlerin, yani sokakta yaşayanların sayısını duyurmaz ve kimsenin de bilmesini istemez. Herkes ancak tahminde bulunabilir. Her su içmek istediğinizde, bunu kırdaki hayvanlar gibi arayarak giderebilir olduğunuzu düşünün. Her tuvalet ihtiyacınızda, yine aynı kır hayvanları gibi bunu yapacak yer aramak zorunda olduğunuzu düşünün. Neredeyse dünyada yaşayan her dört insandan biri bu durumda. Daha bilmediğimiz ne rakamlar var ki, duyunca acınacak, aşağılık ve ne komik durumda olduğumuzu anlamamız için insan dahi olmaya gerek yok, neredeyse köpekler bile anlar. Korkunç bir dengesizlik yaşıyor insanlık dünyası. Adalet, kutsallık, doğruluk, sevgi gibi tüm değerler ayaklar altında çiğneniyor, ezilip yok ediliyor. Kimi içecek su bulamazken, diğer yandan sadece arabaları yıkamak için harcadığımız suyla insanlık her türlü su ihtiyacını görebilir. Su mu yok dünyada? Tuvalet yapmak mı çok zor?  Herkesin evi olmasına, insanlık hem cinsleri olan diğer insanlara borçlu değil mi? Tüm dünyada tek bir mermi bile atılmadan barış olamaz mı? İşte bu gibi soruları sormamak için köpek olmak lazım.

İnsanlar nedense başkaları üzerinde hâkimiyet kurmaya çok meraklıdırlar. Tarih ve zamanımız hep bunun savaşını vermiştir. Dünyaya kim hâkim olacak ve onun yağını, kaymağını sırf kim yiyecek uğrunda devamlı huzursuzluk ve savaşlar çıkarırlar. Ülke halklarını karıştırırlar, milletleri katlederler, ellerinde tuttukları medya sayesinde köpeğe dönüştürdükleri insanların hırlamasını ve sonunda birbirlerini parçalamaya gitmelerini amaçlarlar ve çok da başarılı olurlar. Bu gibi şeyleri insan yani Allah’ın benzeyişinde yaratılmış insan nasıl yapar? Aslında yapamaz ve bu yüzden de onun insan özelliklerini bırakıp bir köpeğe, gerekirse bir canavara dönüşmesi gerektir. Yeryüzünde insanın en büyük düşmanı kimdir? Yine kendi hemcinsi olan insandır. Bunun için mi, bu hale gelmek için mi yaratıldık? Bu muydu yaratıcının amacı insanı yaratırken? Bakalım, okuyalım, o amaç neymiş:

Allah, "İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım" dedi, "Denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, evcil hayvanlara, sürüngenlere, yeryüzünün tümüne egemen olsun." Allah insanı kendi suretinde yarattı. Böylece insan Allah suretinde yaratılmış oldu. İnsanları erkek ve dişi olarak yarattı.  Onları kutsayarak, "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun. (Tevrat-Yaratılış 1: 26-28)

Kime verildi bu emir? İnsana, insanlığa verildi. Onlar ne yaptılar? Tüm insanlığın, hayvanların üzerindeki baskılarıyla yeryüzünü çekilmez hale dönüştürüp, birbirlerinin üzerinde, onların zararına egemen olmak için her şeyi yaptılar ve yapıyorlar. Tüm bu çirkinliklerin yanında hayvanlar da, doğa dediğimiz tüm yeryüzü de nasibini aldı ve alıyor tabii. Buradaki „egemen olun” sözünü de negatif, daha doğrusu şimdiye kadar insanlığın uyguladığı anlamda anlamayalım. Tam tersine; kayırıcı, koruyucu, huzur, güven ve mutluluk verici bir şekilde gerçekleşmeliydi. Kısacası, yeryüzünde Allahın bir bölümünü yarattığı Aden bahçesi dünya çapında olmalıydı. Emir aynen bunu amaçlıyordu. İnsanlık ise tam tersini yaparak yeryüzünü cehennemden bin beter etti. Sadece insanlık demek de haksızlık olur, görmüyoruz diye Şeytanın varlığını inkâr edemeyiz. Yeryüzü ve insan üzerindeki gücü hakkında bakın Şeytanın bizzat kendisi ne diyor:

Sonra İblis İsa'yı yükseklere çıkararak bir anda O'na dünyanın bütün ülkelerini gösterdi. O'na, "Bütün bunların yönetimini ve zenginliğini sana vereceğim" dedi. "Bunlar bana teslim edildi, ben de dilediğim kişiye veririm. Bana taparsan, hepsi senin olacak." (İncil- Luk.4: 5-7)

Burada Şeytan yalan mı söylüyordu? Tüm dünyanın kendisine teslim edildiği konusunda İsa’yı kandırıyor muydu? Hayır, İsa ona ‘sen yalan söylüyorsun’ demedi. Daha gerilere gidelim ve ilk insan yaratıldığında göklerdeki olaylara ve diyaloğa kulak verelim.

Andolsun biz insanı, kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık. Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım." "Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!" Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler. Fakat İblis hariç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı. (Allah:) Ey İblis! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir? dedi. (İblis:) Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim, dedi. Allah şöyle buyurdu: Öyle ise oradan çık! Artık kovuldun! Muhakkak ki kıyamet (diriliş) gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır! (İblis:) Rabbim! Öyle ise, tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver, dedi. Allah buyurdu ki: "Sen mühlet verilenlerdensin" "Allah katında bilinen vaktin gününe kadar..." 

(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlaslı (temiz, saf, bozulmamış) kulların müstesna. (Kuran--15. Hicr Suresi 26-40 -- 7. Araf Suresi 11-28 -- 38. Sad Suresi 71-88 )

Karışıklık önce göklerde, ruhi bir yaratığın kıskançlığı, kendini beğenmesi ve bunlara bağlı olarak da isyanı ile başlıyor. Boşuna, „bu dünya bir imtihan yeridir” denmiyor. Ancak belli bir zamana kadar, sonsuz değil. Allah Şeytana bir mühlet tanıdı, o zamanın da sonuna geldik sayılır.

Sadakat üzerinde yine köpekte kalmak istiyorum çünkü köpek en çok bizleri benzetmeye uğraştıkları hayvan türüdür. İnsana en dost olan hayvanlar arasındadır köpek. Gerçekten sadıktır ve kediyle kıyaslandığında hiç de nankör, egoist, olmadığı gibi, sahibi için elinden geleni yapar ve canını hiç esirgemez. İnsan kulağının duymadığı sesleri duyar ve uyarır. En küçük bir fino bile dev gibi adamın üzerine yürür, yeter ki sahibini koruyabilsin. Karga gibi vücuduyla o an sanki bir aslan sanır kendini. At gibi gözü pektir. Yemek yediği yere karşı sadakati gerçekten bilinen en değerli hayvanlardan biridir.

Allah tüm yeryüzündeki her şeyi aslında insanlık için yarattı, verdi, hem de bol bol. Yedirdi, içirdi, doyurdu, korudu ama biz O’na hiç sadık kalmadık, kalmıyoruz. Aslında benzetmek istedikleri bir köpek kadar dahi olamıyoruz. Kendimize sahte sahipler ediniyoruz, bizlerin ve aynı zamanda kendi kendilerinin de zararına çalışan sahipler, efendiler. Nihayetinde o köpeklik zincirlerinin halkalarını takip edecek olursanız, sonu şeytana gider ve hepsi aslında ona köpeklik yapıyordur. O kendini dünyanın hâkimi gibi görenler ve ellerinden gelen her türlü acıyla, kanla, nefretle insanları birbirine kırdırıp, bir köşeden seyrederek, kendilerini eşi benzeri bulunmaz cinsten görenler de Şeytana köpektirler. Şeytanın da insana olan bakış açısını, ona olan sempatisini artık biliyoruz, Kurandan okuduk. O kendini ebedi bir mahva, yok olmaya götüren sebebi insan diye görüyor. Onun insanlara olan dostluğunu artık siz düşünün. Amacı da insanların ne kadar değersiz, adi ve bayağı olduğunu, hem yaratıcısı Allaha hem de tüm ruhlar âlemine göstermek. Bu yüzden de Allahtan süre istedi. Melekler dediğimiz ve bir zamanlar onun kardeşleri olan, insan gibi Allahın benzeyişinde yaratılmış varlıklara kanıtlamak. Sonunun ebedi mahvolmak olduğunu bildiği halde, hiç vazgeçip, yılıp yorulmadan işini özenle ve büyük bir kurnazlıkla yapıyor. Biz insanlara kıyasla çok büyük bir avantaja sahip. Bırakın onun tüm dünya dillerini bilip, uyku, yemek, içmek gibi şeylere ihtiyaç duymadığını, görünmez olması ve insanların zihnine konuşma yeteneğinin yanında sayılamayacak çok üstünlüklere sahip. Bir insan onun sadece sahip olduğu görünmezlik özelliğine sahip olsa, herhalde dünyaya hâkim olurdu. Düşünsenize, istediğiniz zaman görünmüyor ruh oluyorsunuz. Her yere girip çıkıyorsunuz ve kimse bunu fark etmiyor. Neler yapmazsınız ki. Kaldı ki bizler yaşlanıp, ölüme giden, hastalıklı, kusurlu bir bedene sahibiz.

İnsan bozmadığı sürece köpekler yaratılışına uygun yaşar ve insanlara, bilhassa sahiplerine sadıktır. Peki, insanlığın sahibi kim? Bırakın sırf insanlığı; tüm evrenin, görünen ve görünmeyen her şeyin efendisi kim? Allah olduğunu biliyoruz. O halde tüm yaratılışımıza verilmiş, yaratıcımıza benzer o özelikleri ayaklar altında çiğneme pahasına, onlara sırt çevirerek, tuvalete gitmek zorunda olan insanlara mı, bir de köpek olmayı seçiyoruz ve buna da sadakat mi diyoruz!!! Ben sadakati mi kötülüyorum? Tam tersine, sadakat konusunda yeryüzünde insanın en erdemli ve eşi benzeri olmayan tek varlık olmasının gereğinden bahsediyorum. İçimizdeki o erdemli özelliğin köpeğinkinden çok daha kutsal olmasını savunuyorum.

Batılı ülkelerde erkek karısının her yanlışını savunmakla yükümlüdür ve onlar buna sadakat der. Kanunları da bu doğrultudadır. Erkek kadının yanlışını kabul etmez de, -artık duruma göre- kadın da kapıyı gösterdi mi, adam borcunu ödediği o evden kapı dışarı olur. Gerekirse polis zoruyla atılır. ‘Ev benim’ demesi de onu orada oturtmaz. Kadın muhtaç ve korunmalı gerekçesini sürerler öne. Dikkat edin, şimdi olay çok daha komik olacak. Kadın kocasını başka bir erkekle aldatmıştır ve adam da bunu o sırada yutamıyor, zorlanıyordur!!! İnsanın bu kadar alçalmasına ve köpekten bile beter duruma düşmesine neden olan yaptırımları ve kanunları vardır o batı medeniyetlerinin. Sadakati nasıl eğriltip, büküp, ne kadar çirkin hale getirildiğini anladınız mı şimdi. Kadın sadık değil ama erkekten sadık olması bekleniyor, hem de bir köpek gibi. Çünkü insanın sadakati çok farklıdır. Gerçek sadakat, Allahın içimize, yaratılışımıza koyduğu sadakat güçlüdür, vefalıdır, dosttur. Bu duygulara sahip bir insan karşısındakinin yanlışını ona dost olduğu için kabul etmez, vefalıdır; yani sevgisinde bağlılık hislerine sahip olduğu için doğruyu söyler. En önemlisi de, YARATICISINA olan sadakatinden dolayı o insan hemcinslerinin yanlışını pohpohlayıp, terkedilme veya kaybetme korkusundan dolayı onun kötülüklerine ortak olarak  hainlik yapamaz, yapmamalıdır da. Mesih hakkında okuduk, ‘O’nu inkâr edeni o da inkâr edecektir ama sadık kalmazlarsa O sadık kalacaktır, çünkü özüne karşı davranamaz’ diyor yazı. Bizler karşımızdakinin davranış, söz ve tutumlarına göre şekilden şekle giriyor ve onun seviyesine alçalıyorsak, özümüze karşı davranıyoruz demektir. Öfke bizi özümüzden, tabiatımızdan koparmaya yetiyorsa, çok zayıf, korkak, acınacak bir halde olduğumuzun bir belirtisidir bu. Ve şuna inanın, hiçbir sadık insan sevdiğinin yanlışlıklarını örtmez, onları savunmaz, onu teşvik etmez ve o kötülük için savaşmaz. Bunu işte tam da bir köpek yapar. O sevimli hayvan bu konularda kördür ve o insani özellikler ile yaratılmamışlardır. Yine çok nadir de olsa erdemli özellikler gösteren köpekler bile olmuştur.

Eşler arasındaki sadakat bekleyişinin yanında bir de milliyetçilik, vatanseverlik sadakati vardır. Almanları bu konuda örnek olarak verebilirim. Onların politikacıları, medyası, toplumu, yabancılara karşı ne kadar çok düşmanlığı körükler ise, halk buna sadık kalır. Kısacası o düşmanca tutumun bir parçası olur, hem de severek. Hitler gibi bir lider çıkar, hepsi ondan çok daha fazlasını yapar ve kaybedince de, ‘biz bilmiyorduk’ derler. Ben bu gibi sadakatlere açıkçası düşmanlık diyorum. Kime düşmanlık?  Kendi ülkesine, milletine, evi halkına, kocasına veya karısına apaçık düşmanlık diyorum, onlar ise sadakat diyor. Yine Almanya’da bazen bir hafta içinde 42 mülteci ve Türklerin bulunduğu yerler kundaklanır, ateşe verilir ve kimse umursamaz, haberlere konu bile yapmazlar. Umarım konunun başlığında belirttiğim çirkinliği görmeye başlıyorsunuzdur. Her aile, toplum, millet, ırk, din, ordu veya ne olursa olsun, bu çirkinliklere sadakat demeye başladı mı, ebedi bir mutsuzluğa, perişanlığa, yokluğa ve sonunda mahva gidiyor demektir.

Sadakati yaratıcımız Allah beklemiyor mu? Kendisine kayıtsız şartsız sadık olmamızı O da istemiyor mu? Evet, üzerimizde ondan daha üstün bir otorite ve onun gibi hak sahibi kimse yok. Peki, nasıl sadık olmamızı istiyor? Bizlerden veya kendi benzeyişinde yarattığı insan olsun melekler olsun, onlardan ne bekliyor? Bunu gelin bizzat Allahın sözlerinden duyalım:

Bana mukaddes olacaksınız; çünkü ben RAB, mukaddesim. (Mukaddes Kitap-Levililer 20:26)

İşte gerçek sadakat bu şekilde olur. Allah bizden olmayacak, gerçekleşmesi imkânsız, yapamayacağımız bir şeyi mi istiyor? Öyle olsa, ona „ne istediğini bilmeyen” denirdi fakat O bunu bize emrediyor, demek ki mümkün.

Mukaddes Kitap 4 bin yıllık bir zamanı içerir, yaklaşık 600 yıl sonradan gelen Kuran ve kısadan bahsettiği konular yine aynı içeriklidir. İnsanlık hep dönektir ve hep aynı pislikleri süsleyerek ve severek yapar, sonra da ‘haberim yoktu’ mu der!!! Evet, yok olmayıp sağ kaldıysa eğer der.

Mukaddes Kitapta geçen bir tecrübe geldi aklıma. İsrail aşiretinden Bünyamin oymağı. Yerinden aynen olduğu gibi kopyalayacağım. Sadakatin ne hale gelebileceğini anlamamız konusunda, benzeri Sodom ve Gomorra kentlerinden ayrı ama çok ders verici yaşanmış bir örnektir bu olay.

İsrail'in kralsız olduğu o dönemde Efrayim'in dağlık bölgesinin ücra yerinde yaşayan bir Levili vardı. Adam Yahuda'nın Beytlehem Kenti'nden kendisine bir cariye almıştı. Ama kadın onu başka erkeklerle aldattı. Sonra adamı bırakıp Yahuda'ya, babasının Beytlehem'deki evine döndü. Kadın dört ay orada kaldıktan sonra kocası kalkıp onun yanına gitti. Gönlünü hoş edip onu geri getirmek istiyordu. Yanında uşağı ve iki de eşek vardı. Kadın onu babasının evine götürdü. Kayınbaba damadını görünce onu sevinçle karşıladı. Yanında alıkoydu. Adam onların evinde üç gün kaldı, onlarla birlikte yedi, içti ve orada geceledi.

Dördüncü günün sabahı erkenden kalktılar. Kızın babası gitmeye hazırlanan damadına, “Rahatına bak, bir lokma ekmek ye, sonra gidersiniz” dedi. İkisi oturup birlikte yiyip içtiler. Kayınbaba, “Lütfen bu gece de kal, keyfine bak” dedi. Damat gitmek üzere ayağa kalkınca kayınbabası ısrarla kalmasını istedi; damat da geceyi orada geçirdi. Beşinci gün gitmek üzere erkenden kalktı. Kayınbaba, “Rahatına bak, bir şeyler ye; öğleden sonra gidersiniz” dedi. İkisi birlikte yemek yediler.

Damat, cariyesi ve uşağıyla birlikte gitmek için ayağa kalkınca, kayınbaba, “Bak, akşam oluyor, lütfen geceyi burada geçirin” dedi, “Gün batmak üzere. Geceyi burada geçirin, keyfinize bakın. Yarın erkenden kalkıp yola çıkar, evine gidersin.” Ama adam orada gecelemek istemedi. Cariyesini alıp palan vurulmuş iki eşekle yola çıktı. Yevus'un -Yeruşalim'in- karşısında bir yere geldiler.

Yevus'a yaklaştıklarında gün batmak üzereydi. Uşak efendisine, “Yevuslular'ın bu kentine girip geceyi orada geçirelim” dedi.

Efendisi, “İsrailliler'e ait olmayan yabancı bir kente girmeyeceğiz” dedi, “Giva'ya gideceğiz.” Sonra ekledi: “Haydi Giva'ya ya da Rama'ya ulaşmaya çalışalım. Bunlardan birinde geceleriz.” Böylece yollarına devam ettiler. Benyaminliler'in Giva Kenti'ne yaklaştıklarında güneş batmıştı. Geceyi geçirmek için Giva'ya giden yola saptılar. Varıp kentin meydanında konakladılar. Çünkü hiç kimse onları evine almadı.

Akşam saatlerinde yaşlı bir adam tarladaki işinden dönüyordu. Efrayim'in dağlık bölgesindendi. Giva'da oturuyordu. Kent halkı ise Benyaminli'ydi. Yaşlı adam kent meydanındaki yolcuları görünce Levili'ye, “Nereden geliyor, nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.

Levili, “Yahuda'nın Beytlehem Kenti'nden geliyor, Efrayim'in dağlık bölgesinde uzak bir yere gidiyoruz” dedi, “Ben oralıyım. Beytlehem'e gitmiştim. Şimdi RAB'bin evine dönüyorum. Ama kimse bizi evine almadı. Eşeklerimiz için yem ve saman, kendim, cariyem ve uşağım için ekmek ve şarap var. Hepimiz sana hizmet etmeye hazırız. Hiçbir eksiğimiz yok.”

Yaşlı adam, “Gönlün rahat olsun” dedi, “Her ihtiyacını ben karşılayacağım. Geceyi meydanda geçirmeyin.” Onları evine götürdü, eşeklerine yem verdi. Konuklar ayaklarını yıkadıktan sonra yiyip içtiler.

Onlar dinlenirken kentin serserileri evi kuşattı. Kapıya var güçleriyle vurarak yaşlı ev sahibine, “Evine gelen o adamı dışarı çıkar, onunla yatalım” diye bağırdılar.

Ev sahibi dışarıya çıkıp onların yanına gitti. “Hayır, kardeşlerim, rica ediyorum böyle bir kötülük yapmayın” dedi, “Madem adam evime gelip konuğum oldu, böyle bir alçaklık yapmayın. 24 Bakın, daha erkek eli değmemiş kızımla adamın cariyesi içerde. Onları dışarı çıkarayım, onlarla yatın, onlara dilediğinizi yapın. Ama adama bu kötülüğü yapmayın.”

Ne var ki, adamlar onu dinlemediler. Bunun üzerine Levili cariyesini zorla dışarı çıkarıp onlara teslim etti. Adamlar bütün gece, sabaha dek kadınla yattılar, onun ırzına geçtiler. Şafak sökerken onu salıverdiler. Kadın gün ağarırken efendisinin kaldığı evin kapısına geldi, düşüp yere yığıldı. Ortalık aydınlanıncaya dek öylece kaldı.

Sabahleyin kalkan adam, yoluna devam etmek üzere kapıyı açtı. Elleri eşiğin üzerinde, yerde boylu boyunca yatan cariyesini görünce, kadına, “Kalk, gidelim” dedi. Kadın yanıt vermedi. Bunun üzerine adam onu eşeğe bindirip evine doğru yola çıktı.

Eve varınca eline bir bıçak aldı, cariyesinin cesedini on iki parçaya bölüp İsrail'in on iki oymağına dağıttı. Bunu her gören, “İsrailliler Mısır'dan çıktığından beri böyle bir şey olmamış, görülmemiştir” dedi, “Düşünün taşının, ne yapmamız gerek, söyleyin.”

Benyaminoğulları'na Karşı Savaş

 

Gilat başta olmak üzere Dan'dan Beer-Şeva'ya kadar, bütün İsrail halkı yola çıkıp Mispa'da, RAB'bin önünde tek beden gibi toplandı. Allah halkı İsrail'in bütün oymak önderleri bu toplantıda hazır bulundular. Eli kılıç tutan dört yüz bin yayaydılar. -Bu arada Benyaminoğulları İsrailliler'in Mispa'da toplandığını duydular.- İsrailliler, “Anlatın bize, bu korkunç olay nasıl oldu?” diye sordular.

Öldürülen kadının Levili kocası şöyle yanıtladı: “Cariyemle birlikte geceyi geçirmek üzere Benyamin bölgesinin Giva Kenti'ne girdik. Giva'dan bazı adamlar gece beni öldürmeyi tasarlayarak gelip evi kuşattılar. Cariyemin ırzına geçtiler, ölümüne neden oldular. Onun ölüsünü alıp parçaladım, her bir parçasını İsrail'in mülk aldığı bir bölgeye gönderdim. Çünkü bu alçakça rezalet İsrail'de işlendi. Ey İsrailliler! İşte hepiniz buradasınız. Düşünceniz, kararınız nedir, söyleyin.” Oradakilerin hepsi ağız birliği etmişçesine, “Bizden hiç kimse çadırına gitmeyecek, evine dönmeyecek” dediler, “Yapacağımız şu: Giva'ya kura ile saldıracağız.  Halka yiyecek sağlamak için bütün İsrail oymaklarından nüfuslarına göre, her yüz kişiden on, bin kişiden yüz, on bin kişiden bin kişi seçeceğiz. Bunlar Benyamin'in Giva Kenti'ne geldiklerinde kentlilerden İsrail'de yaptıkları bu alçaklığın öcünü alsınlar.”

Giva'ya karşı toplanmış olan İsrailliler tam bir birlik içindeydi. İsrail oymakları, Benyamin oymağına adamlar göndererek, “Aranızda yapılan bu alçaklık nedir?” diye sordular, “Giva'daki o serserileri bize hemen teslim edin. Onları öldürüp İsrail'deki kötülüğün kökünü kazıyalım.”

Ama Benyaminoğulları İsrailli kardeşlerini dinlemediler. İsrailliler'le savaşmak üzere öbür kentlerden akın akın Giva'ya geldiler. Giva halkından olan yedi yüz seçme adam dışında, öbür kentlerden gelen ve eli kılıç tutan Benyaminoğulları'nın sayısı o gün yirmi altı bini buldu. Solak olan yedi yüz seçme adam da bunların arasındaydı. Hepsi de bir kılı sapanla vuracak kadar iyi nişancıydı.

Benyaminoğulları'nın yanısıra İsrailliler de sayıldı. Eli kılıç tutan dört yüz bin askerleri vardı. Hepsi de yaman savaşçılardı.

Beytel'e çıkan İsrailliler Tanrı'ya, “Benyaminoğulları'na karşı önce hangimiz savaşacak?” diye sordular. RAB, “Önce Yahudaoğulları savaşacak” dedi.

İsrailliler sabah kalkıp Giva'nın karşısında ordugâh kurdular. Benyaminoğulları'yla savaşmak üzere ilerleyip Giva'da savaş düzenine girdiler. Giva'dan çıkan Benyaminoğulları, o gün İsrailliler'den yirmi iki bin kişiyi yere serdiler. Ama İsrailliler birbirlerini yüreklendirerek önceki gün savaş düzenine girdikleri yerde mevzilendiler. Sonra Beytel'de RAB'bin önünde akşama dek ağladılar. RAB'be, “Kardeşlerimiz olan Benyaminoğulları'yla yine savaşmaya çıkalım mı?” diye sordular.

RAB, “Evet, onlarla savaşın” dedi.

Bunun üzerine İsrailliler ikinci gün yine Benyaminoğulları'na yaklaştılar. Benyaminoğulları da aynı gün Giva'dan onların üzerine yürüyerek on sekiz bin kişiyi daha yere serdiler. Ölenlerin hepsi eli kılıç tutan savaşçılardı.

Bütün İsrailliler, bütün halk çekilip Beytel'e döndü. Orada, RAB'bin önünde durup ağladılar, o gün akşama dek oruç* tuttular. RAB'be yakmalık sunular* ve esenlik sunuları* sundular. Tanrı'nın Antlaşma Sandığı* o sırada Beytel'deydi. Harun oğlu Elazar oğlu Pinehas o sırada sandığın önünde görev yapıyordu. İsrailliler RAB'be, “Kardeşimiz Benyaminoğulları'yla savaşmaya devam edelim mi, yoksa vaz mı geçelim?” diye sordular.

RAB, “Savaşın” dedi, “Çünkü onları yarın elinize teslim edeceğim.”

İsrailliler dört bir yandan Giva'nın çevresinde pusuya yattılar. Üçüncü gün Benyaminoğulları'na karşı harekete geçerek önceki gibi kentin karşısında savaş düzenine girdiler. Saldırıya geçen Benyaminoğulları kentten epey uzaklaştılar. Beytel'e ve Giva'ya giden ana yollarda, kırlarda önceki çarpışmalarda olduğu gibi İsrailliler'e kayıplar verdirmeye başladılar; otuz kadarını öldürdüler.

“Geçen seferki gibi onları yine bozguna uğratıyoruz” dediler. İsrailliler ise birbirlerine, “Kaçalım da onları kentten uzağa, ana yollara çekelim” diyerek bulundukları yerden çıkıp Baal-Tamar'da savaş düzenine girdiler. Giva'nın batısında pusuya yatanlar da birden yerlerinden fırladı. Böylece bütün İsrail'den seçme on bin kişi Giva'ya cepheden saldırdı. Savaş iyice kızışmıştı. Benyaminoğulları başlarına gelecek felaketten habersizdi. RAB onları İsrail'in önünde bozguna uğrattı. İsrailliler o gün Benyaminoğulları'ndan eli kılıç tutan yirmi beş bin yüz kişiyi öldürdüler. Benyaminoğulları yenildiklerini anladılar. İsrailliler onların geçmesine izin verdiler; çünkü Giva çevresinde pusuda yatanlara güveniyorlardı. Pusudakiler ansızın Giva'ya saldırdılar. Bütün kente dağılarak halkı kılıçtan geçirdiler. Pusuya yatanlarla öbür İsrailliler arasında bir işaret kararlaştırılmıştı: Kenti ateşe verip büyük bir duman bulutu oluşturacaklardı. O zaman savaş alanındaki İsrailliler birden geri dönecekti.

Bu arada Benyaminoğulları İsrailliler'e kayıplar verdirmeye başlamış, otuz kadarını vurmuşlardı. Daha önceki savaşta olduğu gibi, İsrailliler'i kesin bir bozguna uğrattıklarını sandılar. Ama dönüp kente baktıklarında orada hortum gibi göğe yükselen duman bulutunu gördüler. Yanan kentin dumanı göğü kaplamıştı. İsrailliler'in döndüğünü gören Benyaminoğulları paniğe kapıldı. Çünkü başlarına gelecek felaketi sezmişlerdi. İsrailliler'in önüsıra kırlara doğru yöneldilerse de savaştan kaçamadılar. Çeşitli kentlerden çıkagelen İsrailliler onları kuşatıp yok etti. Geri kalan Benyaminoğulları'nı kovaladılar. Giva'nın doğusunda konakladıkları yere dek onları yol boyunca vurup yere serdiler. Benyaminoğulları'ndan on sekiz bin kişi vuruldu. Hepsi de yiğit savaşçılardı. Sağ kalanlar dönüp kırlara, Rimmon Kayalığı'na doğru kaçmaya başladı. İsrailliler yol boyunca bunlardan beş bin kişi daha öldürdü. Gidom'a kadar onları adım adım izleyerek iki binini daha vurup yere serdiler.

O gün Benyaminoğulları'ndan öldürülenlerin toplam sayısı yirmi beş bin kişiyi buldu. Hepsi de eli kılıç tutan yiğit savaşçılardı. Kırlara kaçıp Rimmon Kayalığı'na sığınanların sayısı altı yüzdü. Kayalıkta dört ay kaldılar. İsrailliler Benyamin kentlerine döndüler; insanları, hayvanları ve oradaki bütün canlıları kılıçtan geçirdiler, rastladıkları bütün kentleri ateşe verdiler. (Mukaddes Kitap-Hakimler 19 ve 20’inci bölümler)

Bu olayda savaşan on binlerce masum insanlarla birlikte neredeyse bir aşiret de yok oldu, neden? Hâlbuki onlar içlerindeki o aşağılık ve alçak davranışta bulunanları Allahın adaletine teslim edip, kendilerini de düzeltselerdi, kurtulabilirler ve hiç bunlar da yaşanmazdı. Ama hayır, onlar birbirlerine sadıktı! Bu olayda nasıl bir sadakatten bahsedildiği apaçık ortada değil mi? Bu örnekler zamanımıza da hiç yabancı değil. Özellikle adı ‘medeni’ diye geçen, güçlü, ‘ilerlemiş’ dediğimiz ülkelerin yöneticileri ve onlara sadık o milletler. Bu olaydan yaklaşık 3 bin yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen o insanları lanetle anıyoruz. Gün gelecek, zamanımızdaki bu yaşadıklarımız da, sadakat anlayışımız da kaleme alınacak ve ilerideki nesiller onları lanetle okuyacak. Biz nerede duruş alacağız, kime sadık kalacağız? Adımızın arkamızdan nasıl anılmasını sağlayacağız?

 

Yehova Şahitleri diye bir dini organizasyonun konuşmacısı, on binlerce üyesinin önünde eline siyah kaplı Mukaddes Kitabı alıp yukarıya kaldırıyor ve: „Eğer bizim yönetim kurulumuz bu kitaba beyaz diyorsa, o beyazdır„ diyor ve o on binlerce üye büyük bir coşkuyla ayağa kalkarak o konuşmacıyı alkış yağmuruna tutuyor. O üyelerin istisnasız hepsi, Allahın kuracağı cennete girmeye sadece kendilerinin layık olduğuna inanırlar-inandırılırlar. Sadece Allahın özel ismini kullanarak dünya çapında vaaz eden bu dinin mi böyle olduğunu sanıyorsunuz? Hayır, hepsi böyledir. İster Allah adıyla dini kisve altında, ister askeri, ister politika, ister bilim adamı, ister eğitim, ister öğretim, ister hastane, hapishane, özgürlük adına terör, aklınıza hangi kuruluş, kurum, organizasyon ve ne gelirse gelsin, hepsinde şu veya bu şekilde şeytanın parmağı ve baskısı vardır. O baskı da sizin insanlığınızı, adaletinizi, bilgenizi, sevginizi ve her aldığınız nefese kadar borçlu olduğunuz yaratıcınız Allahı bırakmanızı, kutsal değerleri ayaklar altında çiğnemenizi sağlamaktır. Zinciri oluşturan halkaların en ucundan Şeytan tutarak, kendisine köpek olmanızı amaçlamaktadır. İşte, dünyamızın insanlıktan beklediği sadakat budur. Bu baskıyı insan beşikteki çocuğundan, koynundaki karısına, ana babasından, en sevdiğini sandığı dostlarına kadar görür. Çünkü Şeytan herkesi dürter ve şartları o kadar bir çıkmaz hale sokar ki, başka hiçbir çare yok sanırsınız. Hâlbuki insan olarak kalmanın her zaman çareleri vardır.

 

Herkesin karşılaştığı denemelerden başka denemelerle karşılaşmadınız. Allah sadıktır (güvenilirdir), gücünüzü aşan biçimde denenmenize izin vermeyecektir. Dayanabilmeniz için denemeyle birlikte çıkış yolunu da sağlayacaktır. (İncil-1. Korintliler 10:13)

 

İnsanlar köpek olmaya sinsice maniple edilerek zorlanıyorlar ise de, birçok insan köpek sadakati göstermeyi severek tercih eder, hiç kimse onu zorlamadığı halde. Hz. Davut böyle insanlara hemen bahşişlerini verirdi. Neredeyse tüm yöneticiler veya sıradan insanlar için bu tür sadakat onların egolarını okşayıp, zevk sarhoşu yaparken, Davut tipi insanlar nefret ederdi. Gelin, o olayı da Mukaddes Kitabın 2. Samuel Kitabının 4’üncü bölümünden, yerinden okuyalım.

Beerotlu Rimmon'un oğulları Rekav'la Baana yola koyuldular. Öğle sıcağında İş-Boşet'in evine vardıklarında İş-Boşet uzanmış dinlenmekteydi. Buğday alacakmış gibi yaparak eve girdiler. O sırada İş-Boşet yatak odasında yatağında uzanıyordu. Adamlar İş-Boşet'in karnını deşip öldürdüler. Başını gövdesinden ayırıp yanlarına aldılar.

Rekav'la kardeşi Baana kaçıp bütün gece Arava yolundan ilerlediler. İş-Boşet'in başını Hevron'da Kral Davut'a getirip, “İşte seni öldürmek isteyen düşmanın Saul'un oğlu İş-Boşet'in başı!” dediler, “RAB bugün Saul'dan ve onun soyundan efendimiz kralın öcünü aldı.”

Ama Davut Beerotlu Rimmon'un oğulları Rekav'la kardeşi Baana'ya şöyle karşılık verdi: “Beni her türlü sıkıntıdan kurtaran yaşayan RAB adıyla derim ki, iyi haber getirdiğini sanarak bana Saul'un öldüğünü bildiren adamı yakalayıp Ziklak'ta yaşamına son verdim. Getirdiği iyi haber için verdiğim ödül buydu! Doğru birini evinde, yatağında öldüren kötü kişilerin ölümü çok daha kesindir! Şimdi sizi yeryüzünden yok ederek onun öcünü sizden almayacak mıyım?” Sonra adamlarına buyruk verdi. İki kardeşi öldürüp ellerini, ayaklarını kestiler ve Hevron'daki havuzun yanına astılar. İş-Boşet'in başını ise götürüp Hevron'da Avner'in mezarına gömdüler.    2.Samuel 4:5-12

Düşmanlarına karşı yapılan haksızlığa bile dayanamayan, sevinemeyen, tam tersine nefret duyan biriydi Davut ve öyle bir adamdı; onun bu erdemli üstün özellikleri Allahın çok hoşuna gittiği için RAB Davut’u seviyordu. Lütfen şimdiki yöneticiler, bilhassa dünyaya hükmeden o devletlerin hâkimleri ve onların ulusları ile kıyaslama yapın. Hepsi kurnazca, hileyle, acımasız, hırslı, gözü doymayan canavar benzeri insanlık düşmanları. Öyle olmayı da bir mecburiyet olarak görüyorlar,  ‘yoksa yok oluruz, hedeflerimize ulaşamayız’ diye de çevrelerini, kendilerini inandırmışlar; daha doğrusu kandırmışlar.

Dünyamız insanlığının sadakati hep alt sınıftan, aşağı rütbelerden bekler olmasıdır. Yani güçlüler kimseye sadık olmak zorunda değilken, güçsüzler hep sadık olmalıdırlar çünkü onlar hem güçsüz hem de muhtaçtır şeklinde bir gerçek vardır. Allahın kulu İsa Mesih hakkında yine bir ayette şöyle der:

Şu güvenilir bir sözdür: ‹‹O'nunla birlikte öldüysek, O'nunla birlikte yaşayacağız. Dayanırsak, O'nunla birlikte egemenlik süreceğiz. O'nu inkâr edersek, O da bizi inkâr edecek.  Biz sadık kalmasak da, O sadık kalacak. Çünkü kendi özüne aykırı davranamaz.›› (İncil-2.Timeteos 2:11-13)

Allah kullarının sadakat anlayışı bu şekildedir ve onlar kendi özlerine karşı davranmazlar.

  • Madem dünya belli bir süreyle Şeytanın hâkimiyetine verildi, zihinlerimize bile girebiliyor ise, onun gücüne nasıl karşı koyup, neyin doğru neyin yanlış olduğunu nasıl bileceğiz?

RAB korkusudur bilginin temeli. Ahmaklarsa bilgeliği ve terbiyeyi küçümser. (Süleyman’ın Özdeyişleri 1:7)

Bilginin önemi aslında her zaman gerçekten çok büyük, özellikle de zamanımızda daha da büyük bir önem taşıyor. Burada her türlü bilgiden bahsedilmiyor, Allahtan gelen, vahiy edilmiş, ilahi bilgilerden bahsediyoruz. Atom yapma, matematik, fizik, kimya üzerine mühendislik bilgilerini kastetmiyoruz. İlahi dediğimiz bilgiler vasıtasıyla iyi ile kötüyü ayırt etme yeteneği kazanıyoruz. Bu temele sahip olmadığımız için dünyamız bir çıkmaz içindedir. Neler icat edip, ne kadar ilerlediğimizi sansak da, çevremize, insanlığa, yeryüzüne bir o kadar daha çok zarar veriyoruz. Çünkü iyi ile kötü bilgisine ya sahip değiliz ya da onları ayaklar altına almış, arkamıza atmışızdır.

Dünyamız iyi ile kötü konusunda korkunç bir karmaşanın içindedir. Bir yerde bira içmek büyük suçken, başka bir yerde neredeyse viskiyle yıkanılır ve hiçbir suçu olmadığı gibi, sempati toplar. Yine bir yerde çırılçıplak dolaşmak gayet normalken, başka bir yerde kadının saçının telini göstermesi ayıp karşılanır ve hatta suçtur. Yine bir yerde fareler tiksinti uyandırıp onlar yok edilirken, başka bir yerde onlarla sofrada birlikte yemek yenir ve kutsal muamelesi görürler. Bunun gibi bir sürü örnekler verilebilir. Her toplum, din, organizasyon, millet kendinin doğru olduğunu savunur. Öyle ya, yanlış olduğuna inansa, o şeyi zaten yapmayacak. Bizler hayvanlar gibi olmadığımız için, eğitime muhtaç bir şekilde yaratıldık. Bu sebepten de en uzun ebeveynlerine muhtaç yaratık insandır. Hayvanlar genelde doğar doğmaz ayağa kalkar ve kısa bir zamanda da kendi başının çaresine bakabilir. İnsan ise uzun yıllar muhtaç olacak şekilde yaratılmıştır. Bu muhtaçlık zamanını anne-babanın, toplumun, çevrenin, verilen okul eğitiminin nasıl değerlendireceği konusu çok önemli olduğundan, şeytan önce bu sistemlere el atmıştır. Ağaç yaşken eğilir sözünü o bizden daha iyi bilir. Kısacası ve açıkça söylemek istediğim şey, Allah bilgisinin hiç de öyle kolay elde edilir olmayışıdır. Allahın adıyla kurulmuş her köşede bir tapınağın, mabedin, kilisenin, cemaatlerin varlığı sizleri kandırmasın. Bu, Allaha bağlılık, gerçek sadakat, iyi ile kötü ayrımının bilgisini oralarda bulacağınız anlamına gelmez. Kastedilen bilgi bizzat yaratıcımıza, samimi, bütün bir yürekle, doğrudan onun sözlerinden araştırmayla elde edilir.

Bilgelik dışarıda yüksek sesle haykırıyor, Meydanlarda sesleniyor. Kalabalık sokak başlarında bağırıyor, Kentin giriş kapılarında sözlerini duyuruyor:  ‹‹Ey budalalar, budalalığı ne zamana dek seveceksiniz? Alaycılar ne zamana dek alay etmekten zevk alacak? Akılsızlar ne zamana dek bilgiden nefret edecek? Uyardığımda yola gelin, o zaman size yüreğimi açar, Sözlerimi anlamanıza yardım ederim.

Ama sizi çağırdığım zaman beni reddettiniz. Elimi uzattım, umursayan olmadı.  Duymazlıktan geldiniz bütün öğütlerimi, Uyarılarımı duymak istemediniz. Bu yüzden ben de felaketinize sevineceğim. Belaya uğradığınızda, Bela üzerinize bir fırtına gibi geldiğinde, Bir kasırga gibi geldiğinde felaketiniz, Sıkıntıya, kaygıya düştüğünüzde, Sizinle alay edeceğim. O zaman beni çağıracaksınız, Ama yanıtlamayacağım. Var gücünüzle arayacaksınız beni, Ama bulamayacaksınız. Çünkü bilgiden nefret ettiniz. RAB'den korkmayı reddettiniz. Öğütlerimi istemediniz, Uyarılarımın tümünü küçümsediniz. Bu nedenle tuttuğunuz yolun meyvesini yiyeceksiniz, Kendi düzenbazlığınıza doyacaksınız. Bön adamlar dönekliklerinin kurbanı olacak. Akılsızlar kaygısızlıklarının içinde yok olup gidecek. Ama beni dinleyen güvenlik içinde yaşayacak, Kötülükten korkmayacak, huzur bulacak.›› (Süleyman’ın Özdeyişleri 1:20-33)

Bilgi konusunda Allah bizleri ciddi biçimde, sert sözlerle uyarıyor. Çoğu zaman bedava, neredeyse en fazla 2 paket sigara fiyatına elde edilen bu kitapları her yerde bulmak mümkün. Tevrat-Zebur-İncil diye duyduğumuz bu kitapların hepsini bir arada „Mukaddes Kitap” adı altında temin etmek mümkün ve Kuran desek yine öyle. Akıllı telefonları olanlar bu programları bedava telefonlarına, tabletlerine yükleyip okuyabilirler. Bilginin en yaygın ve kolay elde edilir olduğu ve bir o kadar da nefret edildiği bir çağda yaşıyoruz. Tembellik, duyarsızlık, okuma alışkanlığına sahip olmayışımız gibi bir sürü neden var. Tüm bunlar böyleyken, nedense insanlık gider bir ahıra eşek olmayı daha kolay bulur. Huzurlu ve özgürce, kendi başına araştırmak çok zor gelir, gider hiç bilmediği, sonuçlarını kestiremediği bir kapıya hizmet eder. Bir de ağzına bal sürüp, ‘sana iş güç, mevki veririz’ dedilermi, her şeyi yapar. „Bir hiçken polis, amir, savcı, hakim, pilot, general, vali, milletvekili, şarkıcı, tiyatrocu…ne istersen ancak bizde olabilirsin“ derler ve yaparlar da, yalan değildir onların bu vaatleri. Hâlbuki o insan farkına bile varmadan, yavaş yavaş, kutsal bir görev yapıyormuş hissiyle, insanlığından soyunup bir köpeğe dönüşüyordur. Tüm bunları veren artık kim veya ne ise, ona taparcasına bağlıdır ve gerçek yaratıcısından kopmuştur. Farkında bile değildir. Kendisine göre asıl o bunların içine girdiğinden beri insan olmuştur. Önceden kimsenin yüzüne bile bakmadığı, değersiz, itilip kakılan biriyken, herkes artık ayağa kalkıyordur bunu görünce, hizaya duruyordur. Şimdi siz gelin bu kişiye bunların yanlış olduğunu söyleyin. Bu kadar kolay satılır Tanrısal, İlahi, Allahtan aldığımız o değerler işte. Ne için? Ne zamana kadar? Sonu ne bu işin? Köpek olur da öyle eğitilirseniz böyle soruları da soramazsınız. Çünkü o efendilerin sizler ile bir amacı vardır ve önünüze atıkları kemikler ile beklentileri.

Amerikan filmlerinde görmüşsünüzdür, acemi askerlere verilen o eğitimleri. Çavuş burnunun dibine kadar yaklaşıp var gücüyle, tükürükler saçarak bağırarak hitap/tahrik eder sizi. Küçücük bir itaatsizlik beklerler, canına okumak için. Tüm eğitimin amacı da budur zaten. Nereden gelmişsin, nasıl bir aileden, ne gibi bir eğitim falan umurlarında değildir onların. Sanki sen umurlarında mısındır? Hayır, sadece tek bir amaca hizmet ya edersin ya yok olur gidersin. Sadakat sözü oralarda emre dönüşür. Emrederler ve sorgusuz sualsiz yerine getirilmelidir. Başka türlü de olmaz ki bu işler. Herkesin aklının en iyi olduğuna inandıklarını onlar da biliyor. Herkes bir yere çekerse, nasıl yürür bu ordu? Mümkün değil.

  • Peki, bu orduların, organizasyonların, dinlerin, milletlerin, teröristlerin, bilim adamlarının, kısacası insanlığın gittiği yer neresidir?

Şeytanın amacı apaçık ortada ve kendisiyle birlikte nefret ettiği o insanlığı da yok olmaya çekiyor. Uzun sözlere ne gerek var, bu kadar basit. Yukarıda bahsettiğim sadakat, ailede, eşler, arkadaşlar arasındaki kadar basit değil, boyutu dünya çapında. Yeryüzünde teknoloji ve insanlık çoğaldıkça, insandaki her iyi özelliği kötüye kullanmakta da ustalaştılar. Köpeğin sadakatini insanda görme arzusu ise çok eskilere dayanıyor. İnsanı bir kere köpeğe dönüştürdün mü, artık onun: ‘iyiye- kötü, kötüye-iyi’; ‘doğruya-eğri, eğriye- doğru; karanlığa-ışık, ışığa ise karanlık’ demesi hiç de zor olmaz. O milyonlarca kalabalık sanki tek bir beden olur.

Kötüye iyi, iyiye kötü diyenlerin, karanlığı ışık, ışığı karanlık yerine koyanların, acıya tatlı, tatlıya acı diyenlerin vay haline!  Kendilerini bilge görenlerin, akıllı sananların vay haline!  Şarap içmekte sınır tanımayanların, içkileri karıştırıp içmekten çekinmeyenlerin, rüşvet uğruna kötüyü haklı çıkaranların, haklıların hakkını elinden alanların vay haline! …diyor Allah  (Yeşaya 5:20-23)

Bu duruma dönüşen insana her şeyi yaptırabilirsiniz. O artık insan özelliklerine sahip değildir. Dünyamızdaki şekil vermeye çalıştıkları insan türünün böyle olması için var güçleriyle çalışıyorlar. Tüm medyasıyla, TV si, filmleri ve dizileriyle, gazete ve mecmualarıyla, eğitim ve okullarıyla, hastane veya askeriyle, terörist veya katiliyle… ellerinde ne varsa, onları sırf kendi çirkin amaçları doğrultusunda kullanıyorlar. Hepsi topyekûn bilerek-bilmeyerek, isteyerek veya zorla istemden, öyle- ya da böyle şeytanın amacına hizmet ediyorlar. Bu tip bir yaratığa dönüşen insan Allahın peygamberlerini öldürür, onları taşlar, kovalar ve onlara karşı birleşip savaşlar açar. Zamanımız eskisi gibi yavaş değil, her şey çok süratle gelişiyor. Eskiden, yüz iki yüz sene süren şeyler, zamanımızda 3-5 yıl içinde hatta bazen aylar içinde değişime uğratılabiliyor.

Kime sadık kalmamıza karar vermeliyiz. Kararlı olmak için bilgi edinmeliyiz. Bu bilgi de maalesef gazete ve dergilerde yazmıyor, televizyonlarda, YouTube’larda veya Facebook ’larda bulmamız neredeyse imkânsız. İyi ile kötüyü bize yaratıcımızdan başka kimse öğretemez. Bu bilgileri bizzat kaynağından almalıyız, Allahın peygamberlerinden hiç birini ayırmadan, onların kaleme aldığı sözlerden.

"Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve oğullarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilenlerle Rableri tarafından bütün peygamberlere iman ettik. Onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk" deyin. (Kuran-Bakara 136)

Sadece Kuranda geçen bu ayeti uygulayan kim olursa, insan özelliğini koruyor demektir. O, iyi ile kötü, doğru ile yanlış, kutsal ile mundar ayrımını yapacak bilgiye sahiptir artık. Karar verelim, bunu herkesin kendisinin özgür iradeyle yapmasını Allah bizzat istiyor. Şeytan ve dünyası bu konularda bizi hiçbir zaman özgür bırakmak istemese de mümkün.

Biri O'na, "Ya Rab" dedi, "Kurtulanların sayısı az mı olacak?" İsa oradakilere şöyle dedi: "Dar kapıdan girmeye gayret edin. Size şunu söyleyeyim, çok kişi içeri girmek isteyecek, ama giremeyecek. (İncil-Luka 13:23-24)

yine başka bir yerde:

"Dar kapıdan girin. Çünkü yıkıma götüren kapı geniş ve yol enlidir. Bu kapıdan girenler çoktur. Oysa yaşama götüren kapı dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar azdır." (İncil-Matta 7:13-14)

Yaratıcımız bizi yeterinden fazla uyardı. Bizler ise O’nun tüm bu uyarılarını arkamıza attıysak, bize artık kim yardım etsin? İncil’in son kitabı olan Vahiy’ in  (Esinleme) son ayetlerinde şu sözler geçer:

Sonra bana, "Bu kitabın peygamberlik sözlerini mühürleme" dedi, "Çünkü beklenen zaman yakındır. Kötülük yapan, yine kötülük yapsın. Kirli olan, kirli işlerini sürdürsün. Doğru olan, yine doğruyu yapsın. Kutsal olan kutsal kalsın." "İşte tez geliyorum! Vereceğim ödüller yanımdadır. Herkese yaptığının karşılığını vereceğim. Alfa* ve Omega*, birinci ve sonuncu, başlangıç ve son Ben'im. "Kaftanlarını yıkayan, böylelikle yaşam ağacından yemeye hak kazanarak kapılardan geçip kente girenlere ne mutlu! Köpekler, büyücüler, fuhuş yapanlar, adam öldürenler, putperestler, yalanı sevip hile yapanların hepsi dışarıda kalacaklar. (İncil-Vahiy 22:10-15)

Âmin

Baş sayfa